İzleyiciler

26 Kasım 2016 Cumartesi

Prenslerin yemek tarifleri

Baba ocağımda yemek seçme yoktu. Çocukken zaman zaman burun kıvırma yanlışında bulunurduk, açlık, fakirlik, muhtaçlık kıssaları dinler, yemeği bitirir, şükrederdik. Benim için kesin doğru, budur. Yemek seçilmez.
Evlendim, bir baktım eşim balığı ağzına koymuyor, sebzenin içinde et varsa yemiyor, yoğurtlu çorbaları içmiyor...
Abov.
Direk anasına attım topu, "yemek terbiyesi vermemiş demek ki" dedim.
Ayy, keşke demeseymişim.

Büyük prens balığın kokusuna bile tahammül edemiyor. Çok uğraştım, çeşitli tarifler, usuller denedim, ödüller koydum. Yok. Vazgeçtim.
Çok seçiyor. Gerçi eskiye göre daha iyi ama yine de zor çocuk.

Küçük prens hiçbir şeyi iştahla yemiyor. Şunu çok sever dediğim iki şey var, biri Türk kahvesi, diğeri antep fıstığı :D

Özetle evin adamlarına yemek beğendirmek başlı başına bir iş. Kardeşlerin damak tatları birbirine uymuyor, bi birine, bi diğerine göre iki çeşit yapmaya çalışıyorum. Ertesi gün ne pişireceğim bir stres unsuru benim için. Blogları araştırıyorum, pratik bir şeyler buldukça heyecanlanıyorum, yapıyorum. Yerlerse bütün yorgunluğum gidiyor. Büyükler eleştirir, küçük de ağzından atarsa keyfim kaçıyor.

Bulduğum tarifleri ya not kağıdına yazıyorum, yemeği yaptıktan sonra kayboluyor. Ya da fotoğrafını çekiyorum, tekrar yapacağım zaman ara ki bulasın.
Durum böyle olunca aklıma günlüğüme yazmak geldi, hem elimin altında olur, hem de benim gibi bir anne rast gelirse işine yarar belki diye.
Dener dener, testten geçenleri de buraya yazarım artık.

İlk olarak tarhana çorbası ile başlamak istiyorum. Haftada bir kere yapıyorum. En son yaptığım tavukluydu. Kıyma koyduğum ya da sade yaptığım da oluyor. Üçünün de sevdiği tek çorba.


  • 1 kase toz tarhanayı suda eritiyorum
  • 1 soğan ve birkaç sarımsağı ince ince doğrayıp, zeytinyağı ve tereyağ karışımında iyice pişiriyorum.
  • Salça, nane ve kırmızı toz biber koyuyorum.
  • Küçük küçük parçaladığım tavukları ekliyorum.
  • Tarhanayı koyup, göz kararı soğuk su ekliyorum.
  • Kaynayana kadar karıştırıyorum.





 İki numara, kakaolu puding. Evde en çok seven benim. Tam hazır puding tadında değil ama şimdiye  kadar denediklerim arasında en güzeli. Ev ahalisi kakaoyu benim kadar sevmiyor, sade tercihleri ama  geçen gün canım çekti, yaptım. Az da olsa bebek de yedi, büyükler sevdi.

      

  • 2 şer yemek kaşığı nişasta ve unu, 1 lt süt içinde eritiyorum.
  • İçine 1 su bardağı şeker ve 3 çorba kaşığı kakao ekliyorum. 
  • İyice karıştırıp pişiriyorum. 
  • İnmeye yakın içine 1 kaşık tereyağ ve 1 paket vanilya ekliyorum.



Hizmetlerimiz artarak devam edecektir.
:p

30 Kasım 2016

Küçük prens grip oldu, ağzını mühürledi oğlan. Bir ara çok sevdiği bir çorba vardı, sonra yememeye başlamıştı ama bi ihtimal yer diye yaptım yeniden. Azıcık yedi, abisi sevdi yine, bir tabak daha istedi. Büyük prens sevince ekleyeyim dedim. Tarifin aslı burada


  • 4 bardak su ve 2 bardak sütü kaynatıp içine göz kararı tel şehriye koyuyorum.
  • 1 yumurta, 1 kaşık un ve 2 kaşık yoğurdu çırpıp, alıştıra alıştıra çorbaya katıyorum. Alıştırma işlemininde acele edersem kesiliyor.
  • Birkaç dakika kaynatıyorum, üstüne tereyağ yakıp ekliyorum.
Görüntüsü çok albenili değil ama tadı güzel.
Fotoğrafı çok profesyonelce çektiğim için ellerim ve telefonum da çıkmış. :D
















24 Kasım 2016 Perşembe

bence malumdur...

dikenin
kalbine battığı bir sonbahar günüdür
sen elini bulutların içinde gezdirirsin
bulutlar senin gözlerinin üstünde yürürler
içini kurtlar kemirir
bence malûmdur
buğulanmış camların arkasında masmavi yüzün
senin ateşler içinde olduğun
bence malûmdur
ellerin muhakkak çocuk elleridir
hep kimsenin bilmediği türküleri düşünürsün
onlar neden daima okul türküleridir
süleymancıktan bahseder
kara toprakta açık yeşil bir yıldız gibi akıp giden
süleymancıktan
ve karınca yuvalarından bahseder
ışıksız kömürsüz karınca yuvalarından
gökyüzünde kızıl bir hilalin kaydığını görürsün
sen ansızın gökyüzünde görünürsün
gözlerinin rengi
bence malûmdur
elinde değildir akşam serinliğinde üşürsün
eylül'den itibaren geceler hazindir uzundur
sokaklar yorulur uykuya varıp gelirler
sokakların üstüne bulutlar gelir
bulutların üstüne yıldızların gözleri gelir
bir yıldız bir yıldızın ardınca gider
yıldızların kaybolduklari yer
bence malûmdur
karanlıkta bir şeyler kopar dağılır
uzaktan yabancı sesler duyulur
sen elini bulutların içinde gezdirirsin
elin hayallerimi dağıtır
bilirsin
sen elini bulutların içinde gezdirirsin...
....
bayılırım Atilla İlhan'a.
işten, güçten, gündemden, ondan bundan kopayım istedim biraz. 

14 Kasım 2016 Pazartesi

Evimden şiddet manzaraları

Kedimin en büyük kabusu bebeğim.
Seviyor gibi görünüyor, hop, sıkıveriyor hayvanı, kuyruk desen yakalasa affetmiyor. Elini tutana kadar, pat, geçiriyor kafasına. Elsiz, dilsiz hayvan, günahı bize :(
Resmen jandarmalık yapıyorum başında. Anlatmaya çalışıyorum, anlıyor da eşşek, ne oluyorsa içinden "çaki"çıkıyor oğlanın.
Geçen hafta kediye bir geçirdi, içim ezildi, dayanamadım eline vurdum, "Biz sana vuruyor muyuz" dedim. "Onun da canı yanıyor, bak o da seni acıtabilir, ama acıtmıyor, o da bebek" falan falan. Cidden, kedi bi tırmalasa öttürür bizimkini ama olgun hayvan. gidip yalanıyor bir yerde.
Vicdan yaptım tabi, "bebek ne anlasın, niye vurdum ki"diye.
Acayip bir yanlış yaptığımı birkaç gün sonra farkettim. Öyle ki, bilgisayarın kablosunun ucundaki fişle abisinin kafasına vurdu bizimki. Canı çok yandı garibimin, bir hışımla kalktı, tuttu elini, üç kere çat, çat, çat vurdu.
Sanki ona değil de bana vurdu.
Benim küçük prense vuran ellerime...

Hiç birşey söyleyemedim, ne hakkım vardı ki, ben yapmıştım, o görmüştü. Olayın şokunu anlatınca, aklının ermediğini, daha bebek olduğunu geveledim ama neye yarar?

Kediyi bebekle, bebeği abisiyle yanyana tutmamaya gayret ediyorum bu aralar. İki kardeşi uzaklaştırmak yanlış belki biliyorum ama, ateşle barut gibiler, çıkacak olaya tahammülüm yok.

Derken bu sabah gördüğüm manzarayla şaşırıyorum, farkediyorum ki yalan dünya, mazlumu zalim yapabiliyor.

Herkes gücü yettiğine...

3 Kasım 2016 Perşembe

Bu sabah...

...gözümü bi açıyorum, saat 07:09. Büyük prensin servisi 20 geçe geliyor.
Küçük prens bir yandan uyuyor, bir yandan kahvesini içiyor, bir-iki çekiştiriyorum, pat uyanıyor. Alıyorum kucağıma, gözlüğümü arıyorum, yok. Koşuyorum büyüğün odasına. Koridorda kediye yakalanıyorum.
Hiç mi uyumaz bu hayvan?? Oyun istiyor, şu hengamede üstüne basacağım haberi yok.
Odaya ulaşıyorum, kucağımda bebek, ayağımda kedi, dürtüyorum kuzumu "haydi geç kalmışız, çabuk giyinelim" diye. Allah'tan çabuk uyanıyor. Yüz göz yıkamadan giydirmeye başlıyorum.
Bugün beden eğitimi dersi var, eşofmanla gidecekler, bereket eşofmanı çabuk buluyorum. O sırada tişörtünü giyiyor, 5 numara miyop gözlerim kırmızı tişörtün üstünde beyaz kocca bi leke seçebiliyor, yaklaşıp bakıyorum, geçen giyişinde ayran dökmüş. Değiştirmeye vakit var mı? Elbette yok. Eşofman üstünün fermuarını lekeyi kapatana kadar çekip, üstünü çıkarmaması için tembihliyorum.
Güler misin, ağlar mısın?
Koşa koşa merdivenleri iniyor.
Ben pencereye gidiyorum, kucağımda bebek, ayağımda kedi... Yolun kenarında beyaz bir siluet var, servis gelmiş, bekliyor. Şükür, yetiştik.
Saat 4e gelirken yatmışım, gözlerimden uyku akıyor. Küçüğümün gözlerine bakıyorum, faltaşı gibi.
Allah'ım yardım et.
Sallaya, hoplata, emzire saat sekiz gibi uyutabiliyorum yeniden. Uyku kardeşim, ver elini.
....
Küçük prens 11.15'te cızırdayana kadar uyuyoruz beraber. Telefonun ışığı yanıp sönüyor, işyerinden iki kere aranmışım. Geri arıyorum, detay çizimlerini soruyorlar. Haftasonuna teslim edeceğimi söylüyorum, telefondaki ses düşüyor.
Kahvaltı yapıp, bebeği bakıcıya verip, bilgisayarın karşısına geçiyorum. İnternetten "Gündem Ötesi" bölümlerinden birini beğeniyorum kendime. Takıyorum kulaklıkları, bugün merdivenlerle, kapı detaylarını bitirmem gerek.
Saat birdenbire 17 oluveriyor. Cırt cırt cırt, telefon çalıyor. Okuldan arıyorlar, "bismillah" deyip açıyorum, "alo" diyorum, ses yok. Kapatıp ben arıyorum, sekreterlik açıyor, "çıkış saati, ortalık çok kalabalık, herkes dışarda, şu an kimin aradığını bulamam" diyor, o sırada telefon dıtdıtlıyor, yeniden aranıyorum. Açıyorum, yine ses yok.
Allah'ım, Yarabbim, kesin birşey oldu, ulaşmaya çalışıyorlar, yeniden çalıyor, açıyorum, ses yok!! Sınıf öğretmenlerini arıyorum, cevap yok. Mesaj gönderiyorum, yok.
Aklıma servis şoförünü aramak geliyor, arıyorum, "orda mı?" diyorum, orda çıkıyor. Ona uzatılıyor telefon, "Kim arıyor?"diye sorduğunu duyuyorum, ohhh içime su serpiliyor.
-Anne, ben iyiyim, diyor.
Demek birşey olmuş.
-Ne oldu oğlum?
-Kavga ettik.
-Neden?
-Arkadaşlarımın hepsi birden Bulut'a saldırdı, ben de onu korudum. Üçü beni dövdü, diğer üçü de Bulut'u dövdü.
-!!!
Sonraki konuşmalardan, hemşirenin boğazına Batticon sürdüğü kalmış bir tek aklımda.

Oğlumla konuşurken iki kere daha arıyor arayan. Şoförün telefonunu kapatıp, sekreterliği arıyorum. Ama ortalığın kalabalık olduğu mavalını okuyan sekretere bu kez kibarca konuşamıyorum, o sırada tekrar dıtdıtlıyor telefon, bunu söyleyince anlıyor kız kimin aradığını, müdür yardımcısı arıyormuş.
Bağlıyor. Konuşuyoruz nihayet. Hava, civa.
Gelecek servisi, çalacak kapıyı endişeyle bekliyorum.

Boğazında cırmığıyla geliyor benimki, yanağına da darbe almış ama ondan hiç bahsetmiyor.
Saçma sapan bir oyun var ya, "Altta kalanın canı çıksın." Arkadaşının üstüne atlamış hepsi. Bu da arkadaşını kurtarmış. (!)
....
Allah'ım sen koru evlatlarımı, iyilerle karşılaştır kurban olduğum.