İzleyiciler

31 Aralık 2016 Cumartesi

Yeni yil-nezle-sut kardesligi

Oncelikle 2017 nin herkese saglik ve huzur getirmesini dilerim.

Yeni yil kulturum yoktur benim, cocukken heveslenirdim ama bizimkiler birsey yapmazlardi. Siradan bir tatil gunuydu bizim icin. Sonra da hep oyle devam etti.
Sadece neseli girmeye calisiyorum. Bu aksam icin de cocuklarla oynayarak, kah kah kih kih gecireyim diyordum.  Kucuk prens hastaligini bana satti, hic keyfim yok.
Hasta oldugumu duyunca babam geldi sagolsun, bebekle oynamaya. Kahvalti yaptirmaya calistik. Cay icti, cikolata yedi sadece.
Elimde sut mutfaktan cikarken kedi gordu, o da sut istedi. Kasenin dibine azicik sut koyup ona da verdim.
Kucuk prensin en buyuk keyfi kedinin mama kaplarini ters cevirmek. Kedinin artirdigi sutu bu yuzden alip rafa koydum.
Sen kalk, sana sunulan hicbir seyi yeme, dedenin kucaginda gezerken kedinin sutune 'ıh' yap. Deden de sana onu icirsin !!!
Bir baska boyle darlandigim gun babam gelmis, bebegin agzi kirlendi diye abiden elbezi istemis, elbezi diye getirilen paspasla minigin agzini silmisti. :)
Agzinda yara cikar sanmistim ama hicbir sey olmadi.
Bugun ne olur bilmem artik. Gerci kedi temiz hayvandir ama. Kedi bu, ayni dille poposunu yaliyor. :/

Ah canim babam. Hakkini nasil oderim senin. <3
Bu arada kocam nerde bilmiyorum. Hasta oldugumu biliyor, tenezzul edip aramadi bile.

29 Aralık 2016 Perşembe

Kar, çay ve kedi

Kar yağıyor, izlemesi çok güzel de...
:/
Okullar tatil olmuş bir gün. Bana cumayı da tatil ederler gibi geliyor.
Çok mutlu olurdum çocukken, havalara uçardım tatil olunca. Çalışan anne olunca kabusum oluvermişti. Evde olunca nötr.

Küçük prens gündüz tatsızdı iyice, aldım doktora götürdüm. Soğuk algınlığı dedi, ilaç yazdı, benim vermeye, bebeğimin almamaya çalıştığı ilaçlar. Eve gelince tekrar denedim, ı-ıh içmiyor. Zorlasam çıkarıyor, iki gram emdiği süt de çıkıyor midesinden.
Ben de eski usul, yıkadım. İşe yaradı sanki, en azından biraz keyfi geldi. 2 saat önce de uyuttum, arada öksürüyor ama şükür uyanmadı. Hafif de ateşi var hala.

Yeni bakıcımız başladı pazartesi günü. Allah'ım, birbirimizden memnun kalalım, ne olur? Bir buçuk yaşında oğlan, iki bakıcı eskitti şimdiye kadar :))

Çayımdan kocca bir yudum alıp başlıyorum çalışmaya. Beş gündür elimi süremedim, birikti iyice. Kedi bu sefer yerime kurulmuş, hayvanı rahatsız edemedim, ucunda oturuyorum sandalyenin :) Edepsizin kalkmaya da niyeti yok gibi.
Tarıyorum tarıyorum, yine kucağıma tüy bırakıyor. Çözemedim şu işi.

Kar beyazı mutluluklar ve sevgiler doldursun günlerimizi, hep beraber huzurlu günlere uyanalım.

27 Aralık 2016 Salı

Ben de kardeşimin yatağına mı yatacağım?

Kucuk prens hasta. Bogazi agriyor olmali, sesi fena cunku. Burnu akiyor ve oksuruyor. Gunduzleri neyse de geceleri fena.
Dun gece istifra etti, yanimda yatiyordu temiz tarafa aldim. Tekrar cikardi ben de alip abisinin yanina yatirdim. Saat 7 olunca gidip abiyi uyandirdim. "Sessiz ol, kardesin yaninda yatiyor" deyince verdigi cevap bu.
Nasil acitti icimi...
Guya iyi bir egitim alsin diye gun dogmadan uyaniyor.
Iyi bir egitim alsin diye mi elimin altindan gitsin diye mi??

3 yasindan beri sabah uykusu uyumuyor benim oglum. Dunya duzeni deyip kestirip atmak ne kolay.
Buyugun sabahki hali, kucugun geceki hali aklimdan cikmiyor. Sonra gundem aklima geliyor, uzuntumden utaniyorum.

Allah evladiyla yuregi yananlara sabir versin. Gunden gune kotuye gidiyoruz.

13 Aralık 2016 Salı

yağmur, çay ve kedi

Çalışıyorum, saat ikiye geliyor. 
Oldukça yoruldum, bitirmeliyim ama bitmiyor.
Pencereme yağmur damlaları düşüyor, sesi geliyor.
Gidip bir çay alıyorum kendime, yerime oturunca kedim yeniden kucağıma geliyor.
Mırıldıyor.
Çay mis gibi bergamot kokuyor.
Sağanak yağmur yağıyor.

En sevdiğim ortam kurulmuş, bir çıtır çıtır yanan soba eksik.
Mutlu muyum? 
Değilim. Hissettiğim anlık bir huzur olabilir sadece.
Her an, akşam izlediğim haber görüntüleri aklımda yoksa. Oldukça mutsuz, umutsuz, sinirli ve çaresizim.
Polis kıyafeti giydirilmiş yetimlerin...
Ayakta duramayan dulların...
Cenazeye kapanıp hıçkıran ana babaların...
ve
Paramparça olan bedenlerin üzerimde hakkı var.


9 Aralık 2016 Cuma

ne zor bir gündü :(

Eşimin sesiyle uyandım, büyük prensi o hazırlayacaktı okula. "Uyanamamışım, geç kalacak, sen hazırlar mısın hemen" dedi, saate baktım, saat 7:18.
Daha önceki yazılarımdan birinde servisin 7:20 de geldiğini yazmıştım.
Kalktım ama çocuğu uyandırmak için değil, şoförü arayıp, "bizi beklemeyin" demek için.
Ben kalkınca küçük prens de uyandı tabi, bu durum beni hiç şaşırtmadı. Ama gözlerinden uyku akıyordu, ayağımda sallamaya başladım, uyuyacak gibiydi ki, babası içeri girip kıyafetlerini aldı. Babasını görünce uyku gitti tabi, benimse uykusuz beynimden dumanlar çıkmaya başladı.
Eşimde bir telaş, işi varmış, kalkamamış. "Yardım etmezsen yetiştiremem" dedi, "e bebek?" dedim. abiyi uyandırdık, "biz uyanamadık, servisin kaçtı"dedik, "bakıcı gelene kadar kardeşine bakar mısın lütfen" dedik. Kuzucuğum elinden geldiğince bebeği oyaladı.
Metraj yapılacakmış, okuldayken de nefret ederdim, iş hayatında da karşıma çok az çıktı şükür, sabahın kızgınlığıyla geçtim bilgisayarın başına, proje ağır, tıngır mıngır ilerliyor. Beş-on dakika güzel oynayan çocuklardan bağırış çağırışlar gelmeye başlıyor. Bakıcının gelmesini dört gözle bekliyorum, saat dokuz oluyor, geçiyor, yok.
Arıyorum, mıyıl mıyıl bir ses iyileşemediğini, gelemeyeceğini söylüyor. Lütfedip arayıp, gelmeyeceğini söylemiyor hazret!!
Üçüncü golü de yiyince ağlama noktasına geliyorum. Zor şer işi bitirip eşime veriyorum. Hazırlandığımı görünce çocuğu kendinin bırakacağını söylüyor. İçimden bir Ya Sabır çekip çocukları hazırlayıp çıkıyorum. İkinci dersin başına yetişiyoruz. Eve dönerken radyoda "Narin Yarim" çalıyor, hani bir zamanlar Emrah'ın söylediği komik şarkı. Bu kez bir kız söylüyor, bazı yerlerini de ağzını yaya yaya söylüyor, nefret ederim genelde ama bu kez hoşuma gidiyor. Ruh halimden ve sinir katsayımdan mı acaba diye geçiyor aklımdan.
Eve dakikalar kala küçük prens uyuklamaya başlıyor, uyutmamaya çalışıyorum, başarıyorum da ama merdivenlerden çıkarken sızıveriyor minnoşum. Usulca odaya götürüyorum, paltosuydu beresiydi çıkartırken uyanıveriyor!!
Allah'ım!
Kalkıyoruz oynamaya...
Akşam oluyor olmasına ama olana kadar küçük prens toz tarhana ve makarnayı yere döküyor, şekerliğimi kırıyor, kulaklığımı yiyor, çekmeceleri boşaltıyor, masanın üstündekileri yere atıyor... Bunların olmasının nedeni iki kap yemek yapmam. Zaten hafta sonundan çıkmışız, her yer her yerde...
Derken abimiz geliyor, akşam yemeğini yerken, derse geç gitmesinin problem olup olmadığını soruyorum. "Olmadı" diyor, ama öğretmeninin nedenini sorduğunu. onun da "annemin işi vardı, kardeşime bakmak zorunda kaldım" dediğini söylüyor.
!!
Nasıl ama?
Bir kere iş annesinin değil.
Geç kalmasının nedeni de annesinin işi değil.
Tatsız sabahın tek sorumlusu babası ama 'baba' lafı geçmiş mi? Tabi ki hayır.
Ah, öğretmen hanım hakkımda neler düşündü kim bilir?
Amaaan diyorum, ne yapayım yani. Telefon açıp gerçeği mi anlatayım? "Ben geceleri çalışıyorum, sabaha karşı yattığım için 7de kalkmak zor oluyor. O da bir şey değil aslında, ben kalkınca bebeğim uyanıyor. Bu yüzden bazen eşim üstleniyor okula hazırlamayı. Pazar günü çok çalışmıştı, sabah uyuyakalmış. Servis kaçtığı gibi işini de yetiştirememiş. benden yardım istedi. O yüzden çocuğu okula da bırakamadık. Bakıcı da hastalanmış, gelmeyince kardeşine bakmak zorunda kaldı..." mı deseydim.
Hahhaha, ay çok komiğiz ya.

Düzensiz uykudan huysuzluğu zirve yapan bebeğimin aralıksız cızırtısı günün sonunu ağlama nöbetiyle bitirmeme neden oldu. Önce bir şaşırdı kaldı, ne yaptığımı anlayamadı. Sonra neyse ki uyudu, saat 12yi geçti ve o gün şükürler olsun ki bitti.

1 Aralık 2016 Perşembe

Baba Beni Okula Gönder!!



Niye yavrum? 
Sapık bir müdür sana sarkıntılık etsin, dayanamayıp intihar et diye mi?
Okuldan babaevine dönerken, şoför seni kaçırıp tecavüz etsin, sonra paniklesin, öldürsün, yaksın diye mi?
Dindar insanlardır, güvenilirdir zannedip yurtlarına gönderdiğim adamlar seni taciz etsin diye mi?
Muta nikahıyla zengin bebelerine peşkeş çekil diye mi?
Yoksa kaldığın yurtta yangın çıksın, kaçama, diri diri yan diye mi?

Neden kızım? Neden seni okula göndereyim??

Kim şu zamanda kırsalda yaşayan, fakir babayı çocuğunu okula göndermediği için kınayabilir?
Her geçen gün biraz daha geriye giderken, kim çocuğunu topluma emanet etmeye korkan babayı cezalandırabilir?
Toplumun bir kısmı sapkın, diğer kısmı umursamaz ve işini yapmaktan aciz, bir bölümü de çaresizken, kim, KİM?

Nasıl da, kadın evde otursun, çocuk baksın zihniyetinin ekmeğine yağlar, ballar sürülüyor.
Utanıyorum artık insan olmaktan.

26 Kasım 2016 Cumartesi

Prenslerin yemek tarifleri

Baba ocağımda yemek seçme yoktu. Çocukken zaman zaman burun kıvırma yanlışında bulunurduk, açlık, fakirlik, muhtaçlık kıssaları dinler, yemeği bitirir, şükrederdik. Benim için kesin doğru, budur. Yemek seçilmez.
Evlendim, bir baktım eşim balığı ağzına koymuyor, sebzenin içinde et varsa yemiyor, yoğurtlu çorbaları içmiyor...
Abov.
Direk anasına attım topu, "yemek terbiyesi vermemiş demek ki" dedim.
Ayy, keşke demeseymişim.

Büyük prens balığın kokusuna bile tahammül edemiyor. Çok uğraştım, çeşitli tarifler, usuller denedim, ödüller koydum. Yok. Vazgeçtim.
Çok seçiyor. Gerçi eskiye göre daha iyi ama yine de zor çocuk.

Küçük prens hiçbir şeyi iştahla yemiyor. Şunu çok sever dediğim iki şey var, biri Türk kahvesi, diğeri antep fıstığı :D

Özetle evin adamlarına yemek beğendirmek başlı başına bir iş. Kardeşlerin damak tatları birbirine uymuyor, bi birine, bi diğerine göre iki çeşit yapmaya çalışıyorum. Ertesi gün ne pişireceğim bir stres unsuru benim için. Blogları araştırıyorum, pratik bir şeyler buldukça heyecanlanıyorum, yapıyorum. Yerlerse bütün yorgunluğum gidiyor. Büyükler eleştirir, küçük de ağzından atarsa keyfim kaçıyor.

Bulduğum tarifleri ya not kağıdına yazıyorum, yemeği yaptıktan sonra kayboluyor. Ya da fotoğrafını çekiyorum, tekrar yapacağım zaman ara ki bulasın.
Durum böyle olunca aklıma günlüğüme yazmak geldi, hem elimin altında olur, hem de benim gibi bir anne rast gelirse işine yarar belki diye.
Dener dener, testten geçenleri de buraya yazarım artık.

İlk olarak tarhana çorbası ile başlamak istiyorum. Haftada bir kere yapıyorum. En son yaptığım tavukluydu. Kıyma koyduğum ya da sade yaptığım da oluyor. Üçünün de sevdiği tek çorba.


  • 1 kase toz tarhanayı suda eritiyorum
  • 1 soğan ve birkaç sarımsağı ince ince doğrayıp, zeytinyağı ve tereyağ karışımında iyice pişiriyorum.
  • Salça, nane ve kırmızı toz biber koyuyorum.
  • Küçük küçük parçaladığım tavukları ekliyorum.
  • Tarhanayı koyup, göz kararı soğuk su ekliyorum.
  • Kaynayana kadar karıştırıyorum.





 İki numara, kakaolu puding. Evde en çok seven benim. Tam hazır puding tadında değil ama şimdiye  kadar denediklerim arasında en güzeli. Ev ahalisi kakaoyu benim kadar sevmiyor, sade tercihleri ama  geçen gün canım çekti, yaptım. Az da olsa bebek de yedi, büyükler sevdi.

      

  • 2 şer yemek kaşığı nişasta ve unu, 1 lt süt içinde eritiyorum.
  • İçine 1 su bardağı şeker ve 3 çorba kaşığı kakao ekliyorum. 
  • İyice karıştırıp pişiriyorum. 
  • İnmeye yakın içine 1 kaşık tereyağ ve 1 paket vanilya ekliyorum.



Hizmetlerimiz artarak devam edecektir.
:p

30 Kasım 2016

Küçük prens grip oldu, ağzını mühürledi oğlan. Bir ara çok sevdiği bir çorba vardı, sonra yememeye başlamıştı ama bi ihtimal yer diye yaptım yeniden. Azıcık yedi, abisi sevdi yine, bir tabak daha istedi. Büyük prens sevince ekleyeyim dedim. Tarifin aslı burada


  • 4 bardak su ve 2 bardak sütü kaynatıp içine göz kararı tel şehriye koyuyorum.
  • 1 yumurta, 1 kaşık un ve 2 kaşık yoğurdu çırpıp, alıştıra alıştıra çorbaya katıyorum. Alıştırma işlemininde acele edersem kesiliyor.
  • Birkaç dakika kaynatıyorum, üstüne tereyağ yakıp ekliyorum.
Görüntüsü çok albenili değil ama tadı güzel.
Fotoğrafı çok profesyonelce çektiğim için ellerim ve telefonum da çıkmış. :D
















24 Kasım 2016 Perşembe

bence malumdur...

dikenin
kalbine battığı bir sonbahar günüdür
sen elini bulutların içinde gezdirirsin
bulutlar senin gözlerinin üstünde yürürler
içini kurtlar kemirir
bence malûmdur
buğulanmış camların arkasında masmavi yüzün
senin ateşler içinde olduğun
bence malûmdur
ellerin muhakkak çocuk elleridir
hep kimsenin bilmediği türküleri düşünürsün
onlar neden daima okul türküleridir
süleymancıktan bahseder
kara toprakta açık yeşil bir yıldız gibi akıp giden
süleymancıktan
ve karınca yuvalarından bahseder
ışıksız kömürsüz karınca yuvalarından
gökyüzünde kızıl bir hilalin kaydığını görürsün
sen ansızın gökyüzünde görünürsün
gözlerinin rengi
bence malûmdur
elinde değildir akşam serinliğinde üşürsün
eylül'den itibaren geceler hazindir uzundur
sokaklar yorulur uykuya varıp gelirler
sokakların üstüne bulutlar gelir
bulutların üstüne yıldızların gözleri gelir
bir yıldız bir yıldızın ardınca gider
yıldızların kaybolduklari yer
bence malûmdur
karanlıkta bir şeyler kopar dağılır
uzaktan yabancı sesler duyulur
sen elini bulutların içinde gezdirirsin
elin hayallerimi dağıtır
bilirsin
sen elini bulutların içinde gezdirirsin...
....
bayılırım Atilla İlhan'a.
işten, güçten, gündemden, ondan bundan kopayım istedim biraz. 

14 Kasım 2016 Pazartesi

Evimden şiddet manzaraları

Kedimin en büyük kabusu bebeğim.
Seviyor gibi görünüyor, hop, sıkıveriyor hayvanı, kuyruk desen yakalasa affetmiyor. Elini tutana kadar, pat, geçiriyor kafasına. Elsiz, dilsiz hayvan, günahı bize :(
Resmen jandarmalık yapıyorum başında. Anlatmaya çalışıyorum, anlıyor da eşşek, ne oluyorsa içinden "çaki"çıkıyor oğlanın.
Geçen hafta kediye bir geçirdi, içim ezildi, dayanamadım eline vurdum, "Biz sana vuruyor muyuz" dedim. "Onun da canı yanıyor, bak o da seni acıtabilir, ama acıtmıyor, o da bebek" falan falan. Cidden, kedi bi tırmalasa öttürür bizimkini ama olgun hayvan. gidip yalanıyor bir yerde.
Vicdan yaptım tabi, "bebek ne anlasın, niye vurdum ki"diye.
Acayip bir yanlış yaptığımı birkaç gün sonra farkettim. Öyle ki, bilgisayarın kablosunun ucundaki fişle abisinin kafasına vurdu bizimki. Canı çok yandı garibimin, bir hışımla kalktı, tuttu elini, üç kere çat, çat, çat vurdu.
Sanki ona değil de bana vurdu.
Benim küçük prense vuran ellerime...

Hiç birşey söyleyemedim, ne hakkım vardı ki, ben yapmıştım, o görmüştü. Olayın şokunu anlatınca, aklının ermediğini, daha bebek olduğunu geveledim ama neye yarar?

Kediyi bebekle, bebeği abisiyle yanyana tutmamaya gayret ediyorum bu aralar. İki kardeşi uzaklaştırmak yanlış belki biliyorum ama, ateşle barut gibiler, çıkacak olaya tahammülüm yok.

Derken bu sabah gördüğüm manzarayla şaşırıyorum, farkediyorum ki yalan dünya, mazlumu zalim yapabiliyor.

Herkes gücü yettiğine...

3 Kasım 2016 Perşembe

Bu sabah...

...gözümü bi açıyorum, saat 07:09. Büyük prensin servisi 20 geçe geliyor.
Küçük prens bir yandan uyuyor, bir yandan kahvesini içiyor, bir-iki çekiştiriyorum, pat uyanıyor. Alıyorum kucağıma, gözlüğümü arıyorum, yok. Koşuyorum büyüğün odasına. Koridorda kediye yakalanıyorum.
Hiç mi uyumaz bu hayvan?? Oyun istiyor, şu hengamede üstüne basacağım haberi yok.
Odaya ulaşıyorum, kucağımda bebek, ayağımda kedi, dürtüyorum kuzumu "haydi geç kalmışız, çabuk giyinelim" diye. Allah'tan çabuk uyanıyor. Yüz göz yıkamadan giydirmeye başlıyorum.
Bugün beden eğitimi dersi var, eşofmanla gidecekler, bereket eşofmanı çabuk buluyorum. O sırada tişörtünü giyiyor, 5 numara miyop gözlerim kırmızı tişörtün üstünde beyaz kocca bi leke seçebiliyor, yaklaşıp bakıyorum, geçen giyişinde ayran dökmüş. Değiştirmeye vakit var mı? Elbette yok. Eşofman üstünün fermuarını lekeyi kapatana kadar çekip, üstünü çıkarmaması için tembihliyorum.
Güler misin, ağlar mısın?
Koşa koşa merdivenleri iniyor.
Ben pencereye gidiyorum, kucağımda bebek, ayağımda kedi... Yolun kenarında beyaz bir siluet var, servis gelmiş, bekliyor. Şükür, yetiştik.
Saat 4e gelirken yatmışım, gözlerimden uyku akıyor. Küçüğümün gözlerine bakıyorum, faltaşı gibi.
Allah'ım yardım et.
Sallaya, hoplata, emzire saat sekiz gibi uyutabiliyorum yeniden. Uyku kardeşim, ver elini.
....
Küçük prens 11.15'te cızırdayana kadar uyuyoruz beraber. Telefonun ışığı yanıp sönüyor, işyerinden iki kere aranmışım. Geri arıyorum, detay çizimlerini soruyorlar. Haftasonuna teslim edeceğimi söylüyorum, telefondaki ses düşüyor.
Kahvaltı yapıp, bebeği bakıcıya verip, bilgisayarın karşısına geçiyorum. İnternetten "Gündem Ötesi" bölümlerinden birini beğeniyorum kendime. Takıyorum kulaklıkları, bugün merdivenlerle, kapı detaylarını bitirmem gerek.
Saat birdenbire 17 oluveriyor. Cırt cırt cırt, telefon çalıyor. Okuldan arıyorlar, "bismillah" deyip açıyorum, "alo" diyorum, ses yok. Kapatıp ben arıyorum, sekreterlik açıyor, "çıkış saati, ortalık çok kalabalık, herkes dışarda, şu an kimin aradığını bulamam" diyor, o sırada telefon dıtdıtlıyor, yeniden aranıyorum. Açıyorum, yine ses yok.
Allah'ım, Yarabbim, kesin birşey oldu, ulaşmaya çalışıyorlar, yeniden çalıyor, açıyorum, ses yok!! Sınıf öğretmenlerini arıyorum, cevap yok. Mesaj gönderiyorum, yok.
Aklıma servis şoförünü aramak geliyor, arıyorum, "orda mı?" diyorum, orda çıkıyor. Ona uzatılıyor telefon, "Kim arıyor?"diye sorduğunu duyuyorum, ohhh içime su serpiliyor.
-Anne, ben iyiyim, diyor.
Demek birşey olmuş.
-Ne oldu oğlum?
-Kavga ettik.
-Neden?
-Arkadaşlarımın hepsi birden Bulut'a saldırdı, ben de onu korudum. Üçü beni dövdü, diğer üçü de Bulut'u dövdü.
-!!!
Sonraki konuşmalardan, hemşirenin boğazına Batticon sürdüğü kalmış bir tek aklımda.

Oğlumla konuşurken iki kere daha arıyor arayan. Şoförün telefonunu kapatıp, sekreterliği arıyorum. Ama ortalığın kalabalık olduğu mavalını okuyan sekretere bu kez kibarca konuşamıyorum, o sırada tekrar dıtdıtlıyor telefon, bunu söyleyince anlıyor kız kimin aradığını, müdür yardımcısı arıyormuş.
Bağlıyor. Konuşuyoruz nihayet. Hava, civa.
Gelecek servisi, çalacak kapıyı endişeyle bekliyorum.

Boğazında cırmığıyla geliyor benimki, yanağına da darbe almış ama ondan hiç bahsetmiyor.
Saçma sapan bir oyun var ya, "Altta kalanın canı çıksın." Arkadaşının üstüne atlamış hepsi. Bu da arkadaşını kurtarmış. (!)
....
Allah'ım sen koru evlatlarımı, iyilerle karşılaştır kurban olduğum.


31 Ekim 2016 Pazartesi

İpek Hanım Çiftliği'nden...

"Yediğine, içtiğine dikkat et, güvenilir gıda tüket" diyorlar ya kamu spotunda, birkaç yıldır dikkat etmeye çalışıyorum. Bu dikkat, Yavuz Dizdar'ı önce izleyip, sonra kitabı "Yemezler"i okuyunca daha da arttı. Kendimce katkısız beslenmeye ve beslemeye çalışıyorum ama eşim ve büyük oğlum gündüz öğünlerini dışarıda yiyorlar. Ben ne kadar emek emek doğal beslemeye çalışsam da, kahvaltı ve öğlen yemeklerinde çok büyük ihtimalle sanayi tipi salçalar, margarinler, tezgah ömrü uzun ürünlerden yapılan yemekler yiyorlar. Sabah ve ikindi kahvaltısında çıkan süt, kutu süt. Ama Allah'tan nispeten güvenilir olduğunu bildiğim Sütaş.
Yavuz Dizdar'ı dinlemenizi tavsiye ederim. Kendisi, kanser hastalıklarının sayısının inanılmaz artmasını, ürünlerdeki katkılardan ve geleneksel gıdadan uzaklaşmaya bağlayan bir doktor. Onun kitabını okuduğumdan beri tavuk yiyemiyorum. Mecbur kalmadıkça kutu süt kullanmıyorum. Market yerine de pazar tercih etmeye başladım elimden geldiğince.
"İpek Hanım Çiftliği" de, doğal, katkısız ürünler hakkında araştırma yaparken karşıma çıkan, internet yoluyla siparişlerini dağıtan, ilaçsız, hormonsuz, hilesiz ürün sattıklarını iddia eden bir çiftlik. İddia eden diyorum, çünkü kendi gözlerimle görmedim, reklamımsı birşeylerini yapıyorum ama tavsiye edecek bilgim yok. Bu yazımın ana niyeti de, yaptığım siparişlerin sonucundan bahsetmek.
Geçenlerde Sevgili Demir Anne, yaptığımız bir muhabbet sonrasında, çiftliğin kurucusu Pınar Hanım'la irtibat kurmuş, pozitif elektrik almış olmalı ki, bloğunda bahsetmiş. Vesile olduğum için sorumluluk hissettim, sonuçta "garanti veririm" diyebileceğim bir yer değil. "Gelin, misafirimiz olun, gözlerinizle görün" diyorlar ama benim gidebilme şansım olmadı. Gerçi gitsem de bir şey anlamam zaten. :)
Ne yapsam, ne yapsam derken, aldığım ürünlerin memnuniyetini paylaşmak geldi aklıma. Herkesin beğenisi farklıdır elbet ama ben genel hatlarıyla bilgi vereyim de, içimdeki kurt terketsin beni.
"Ay ne gereksiz bir pimpirik" demeyin ne olur, ben fidan satın aldım binbir hevesle, üstünde çiçekleri olan dalı koparıp, toprağa sokup, fidan diye gönderdiler. "Taflan kurusu" sipariş ettim, milletin yemediği artık meyveleri kurutmuşlar, utanmadan onu gönderdiler. Bunlardan sonra, "görmeden almam" dedim, büyük konuşmuşum. Yaklaşık üç yıldır bu çiftlikten alışveriş yapıyorum. Burası hakkında da ileri geri konuşanlar var ama asparagastır inşallah.
Her cumartesi, e-posta ile müşterilere ürün listesi gönderiliyor. Excel dosyası ile. İşaretleyip geri gönderiyorsunuz, Kargoyla geliyor, "tadına bakın, ödemesini öyle yapın, memnun değilseniz ödemeyin" diyorlar.
Efendiiiim, gelgelim, ben neler aldım?...

İlk grup: Sebzeler
Pazarda o mevsimde hangi sebze varsa büyük oranda mevcut. Öyle "doğal ürün gelecek, lezzeti, kokusu mest edecek" beklentiniz olmasın benim gibi. Aksine yapay bir şey kullanmadıkları için, pazar ürünlerinden albenileri eksik oluyor. Listenin yarısı kadarını denedim. Aldıklarımdan memnun kaldım. Arpacık soğan dışında, çünkü kuru soğanın küçüklerini seçip, arpacık diye göndermişlerdi.

Meyveler
Çok pahalı olmayanları istedim genelde, sebzeler kısmında anlattıklarım geçerli. Aldıklarımdan memnun kaldım.

Hazır yemekler
Tarhana, sebze çorbası ve brokoli çorbası istedim, Sebze ve brokoliyi bizimkiler çok beğenmediler, tarhana da tekrar isteyeceğim kadar lezzetli gelmedi bana. Bu gruptan tekrar sipariş vermedim.

Makarnalar
Ev şehriyesi istedim, kavrulmuş şehriye geldi, çorbası kötü oldu yiyemedik, pilavda kullandım,

Bakliyatlar
En çok bunları aldım ben, hepsinden de memnun kaldım, lezzetleri iyi. Normal pirinç, esmer bulgur, kırmızı mercimek, yarma sürekli aldıklarım.

Ocaklı köyü pastanesi
Hiç almadım, bana çok pahalı geldi

Ekmekler
Ekmeği kendim yapıyorum, o yüzden pek ilgilendirmedi beni bu kısım. Bazlama aldım merakımdan, lezzetli, kocaman bir bazlama geldi. Ama oldukça pahalı. Hamburger ekmeği istedim, bayat geldi. Tekrar sipariş vermedim bu gruptan.

Unlar
En çok kullandığım diğer grup burası. Ekmeklik un, tam buğday, çavdar ve mısır unu aldım. Bir de yulaf ezmesi. Hepsinden memnun kaldım.

Salçalar
Biber salçası istedim, nefisti. Ketçap fena değildi ama açıldıktan sonra çok kısa bir süre içinde bitirin diyordu üstünde, tanıtım açıklamasında yazmıyordu halbuki. Zamanında bitiremedik.

Turşu, ekşi ve sirkeler
Nar ekşisi aldım, marketlerde satılan uyduruk nar ekşisine alışkın olduğumuzdan belki de, bunu beğenemedik. Faydalı diye zorlamaya çalıştım kendimi, baktım salataları yiyemiyorum, atmak zorunda kaldım. Belki bilene eşsiz gelir ama ben sevmedim. Pekmez gibiydi.
Ev sirkesi, çok lezzetli.

Tahin pekmezler
Keçiboynuzu pekmezini uzun bir süre büyük prense ilaç niyetine içirdim. Şifalı olduğuna inanıyorum. Sonra taflan pekmezi buldum, tekrar almadım.
Tahin güzeldi. Ama fiyatı çok pahalı geldi bana. Geçen sene Torku'nun tahinini aldım. O da güzeldi.
Çikolatalı Kahvaltılık Ezme, o kadar pahalı ki, gelecek ürüne olan beklenti zirvede oluyor. Lezzeti fena değil ama çocuklar sevmedi. Evde kendim yaptım, onu da sevmediler. Onda da Torku'dan aldım, doğallığı meçhul tabi.

Kuruyemişler
Çoğunu denedim, genelde lezzetliler. Yalnız, badem istemiştim, zerdali çekirdeği sandığım başka bir meyve geldi. Çekirdek küçüktü ve tadı acıydı. Ücretini yarım ödedim, tekrar da istemedim.

Peynirler
İzmir tulumu ve lor peyniri aldım. Fena değil.

Süt, Yoğurt
Süt aldım sıklıkla. Süt konusunda çok iddialılar, güvendim de. Pişirdiğimde, sanki üstüne sıvıyağ dökülmüş gibi bir görüntü oldu. Beyaz sütün üstünde sarı sarı benekler... Eşim, "bu sütte bir gariplik var" dedi, pek kulak asmak istemedim. Bir başka seferinde arkadaşım gördü, benzer şekilde eleştirdi, ben de fotoğrafını çekip whatsapp dan, çiftliğin sahibi Pınar Hanım'a gönderdim. "Normal mi" diye yazdım, "kesinlikle normal" cevabı verdi.
Yumurta istedim. Hani bayat yumurtayı anlamak için sallarız, içi sallanıyorsa bayat deriz ya. Gelen ilk yumurtaların içinde sallananlar vardı.. Arayıp görüştüm, çok kibar karşılandım, yoldan kaynaklanabileceği, yumurtaların günlük gönderildiği bilgisini aldım. Bir sonraki siparişimde taze istediğimi özellikle belirttim. Gelen yumurtaların hiçbiri sallanmıyordu. Ondan sonraki siparişte yine belirttim, hepsi sallanıyordu. Tekrar aradım, yine benzer bir açıklama aldım. Son siparişte de aynı şikayet olunca bir daha yumurta istemedim.

Bitki çayları lezzetli, baharatlar güzel.

Tohumların hepsini aldım, hiçbirini beceremedim. Belki benden kaynaklanmıştır. Belki ektiğim toprak verimsizdir. Ama yüz güldürmedi, kimi hiç çıkmadı. Yazdım, bu kez cevap alamadım.

Budur.
Küçük prens büyüsün, belki gitmeyi becerebilirim.
Belki ben de büyükşehirden kaçar, oralara yerleşirim.
Ayyyy, saat 4 olmuş.

Deryaaaa, kız kıymetini bil. Şu akademik çalışma sırf senin için. <3





















26 Ekim 2016 Çarşamba

Clash of Clans

...diye bir oyun var.
Önce cep telefonumda ikonunu gördüm, büyük prens yüklemiş. Oynuyor desem yeterli olmaz, çocuk resmen onunla yaşıyor.
Okuldan geliyor, beni görünce heyecanlı heyecanlı,
-Anneaa, belediye binamı 6.seviyeye çıkarttım, bilmemkim devlerle saldırdı, ben balonla püskürttüm,
falan diyor. Peşine hemen telefonum isteniyor.
Muhabbetimiz hep bu oyundan kurulu, gözlerinden ışık saçıyor anlatırken. "Ben seninle başka şeyler hakkında da konuşmak istiyorum" diyorum. Okulda olanlardan bahsediyor bir iki, sonra okuldaki arkadaşlarından birinin abisinin de "Clash of Clans" oynadığına geliyor sıra, başa dönüyoruz.

Geçen hafta veli toplantısında rehber öğretmene söyledim, zannetim ki "ortak sorun" diyecek, "böyle böyle yapabiliriz" diyecek. Hayır öyle demedi, hiçbir veli "ay, evet biz de muzdaribiz" demedi. Anlaşılan bir tek beni derdim bu oyun. Öğretmen ilgileneceğini söyledi.
Toplantıdan birkaç gün sonra prens bir fon kartonuyla geldi. "İnternet ve bilgisayar oyunlarının hayata olumsuz yönleri" konulu bir ödev hazırlayacakmış.
"Tamam" dedim, "yapalım". "Ne yapmayı planlıyorsun" diye sordum, internetten araştıracağını söyledi. Yarım saat kadar sonra geldi, uyurken bilgisayarın açık olmaması gerektiğini bulmuş bula bula. Onu yazacakmış.
Yardım etmeyeyim, rezil olsun, öğretmeni bir güzel kalaylasın, aklı başına gelsin diye geçti içimden. Ama benim sol omzumda şeytan, sağ omzumda melek hep konuşur ya, melek dile geldi, "rehber öğretmenden sen yardım istedin, yalnız bırakmamalısın" dedi, hak verdim, giriştik ödeve.
Yaptık, okula gitti. Akşam oldu, gelme vakti kapı çaldı, merdivenin başında onu bekliyorum, görüş mesafesine gelince dejavu,
-Anneeeaa, Bulut beni klanına alacak, birlikte pekka'yı yenicez.
-Hoşgeldin oğlum, ödevini sundun mu?
-Evet sundum, bir de panoya astık. Duydun mu Bulut'la oynıcaz, daha güçlü olucaz.
-Hmmm
-Telefonunu alabilir miyim?
....
Şimdi madalyonun diğer tarafına geçiyorum. Şöyle ki, bilgisayar oyunlarına bayılırım. Age of Empires karşısında sabahladığım günler çoktur. Sims keza. Yakın zamanda "HayDay" e de takmıştım da son 5-6 aydır temizim çok şükür. Ama çocukların önünde oynamadım böyle, sigara içen anneler gibi, kaçtım suçumu işlerken.
Yani çocuğa kızamıyorum ki, haklı. Şöööyle saatlerce boş vaktim olsun, alayım çayımı, kahvemi, cipsimi, bilgisayar başında geçsin zamanım. Gözlerim pörtlesin, ruhum dinlensin.

Sinemaya gidelim beraber, yok.Tiyatro? yok. Park? ı-ıh. Ne yapalım? Telefon.
Bilmiyor ki içimdeki yarmaz kız gözünü bir kaçırsa oyuna, elinden alacak, bir daha da vermeyecek.
Hahhaha, direniyorum. Ama direncim her an kırılabilir. Öyle bağımlısı olabilirim ki, işlerim aksar, bebe belik aç kalır.
Allah muhafaza. :D

Sözün özü: Armut dibine düşer.

16 Ekim 2016 Pazar

lingo lingo şişeler

Bu akşam sevgili arkadaşlarımız D ve U'nun beraberliklerinin yirminci yılını kutladık. Süslendik, püslendik, gittik, çok güzel karşıladılar... Yemek masasına davet edildi tüm misafirler, önce klasik müzik başladı, sonra dans müziğine döndü, sonrasında da eller havaya. Eşimin "bir tek biz oturuyoruz" ikazıyla kalktık.
"Irakı mı içtin sen bensiz"

Bayramdan önce anneme zatürre teşhisi kondu. Tedavi başlandı, geçen hafta kontrole gitti, fark edilmiş ki, hastalık bazı yerlerde tekrarlamış. Gözetim altında tutulmasına karar verilmiş. Çarşambadan beri hastanede yatıyor. Kontrol altında tutabilmek için hastanede yatırdıklarını, durumunun aslında iyi olduğunu söylüyorlar. "Ne zaman çıkabilir" diyorum, "En az bir hafta kalacak" diyorlar. Neden? Çünkü annemin durumu iyi !!!
"Çamura mı düştün a densiz"


4 şehit daha vermişiz. Haber edilen dört ise, bi dört de gizlenen var mıdır? Ahhh, ocaklarda yangın var şimdi, ilaçlarla ayakta durmaya çalışanlar, yetim kalan küçücük bebeler... Haber sitelerinde yok. Çünkü Türkiye'nin gerçeği bu. Normal !!
"Yar yar yar yar yar yar aman"




Suriye'de insanlık dramı yaşanıyor. Halep'te dörtyüzbin sivilin üstüne günde yaklaşık yüz hava saldırısı yapıldığını, kullanılan kimyasalların savaş suçu sayıldığını biliyorum. Gözler kapalı, kulaklar sağır.

Oynuyorum. 
Kucağımda küçük prens.
Bıraksa beni, daha bir oynayacağım, hareketlerimi sınırlıyor çünkü.
"Lingo lingo şişeler"den sonra "hüdayda"çalıyor, ohhh en sevdiğim.
Dönerken anam geliyor gözümün önüne, burnunda hava hortumu...
"Üçyüz altın yedirdim bir ayda"
Bayrağa sarılı babalar geçiyor şimdi. Peşinde bayılan, sinir krizi geçiren yakınları...
Ah, D karşıma geçti, karşılıklı oynuyoruz. Ay ne güzel olmuş, yeni gelin gibi.
Rusya bomba bırakıyor, taşlar topraklar havalanıyor...
Ben şıkır şıkır oynuyorum.
Sonra tiksiniyorum kendimden.
"Çok uykusu geldi"diyorum. "Gidelim"

Çıkıyoruz, Ankara'nın geceleri ayaz olmaya başlamış, üşüyorum. 



9 Ekim 2016 Pazar

Bir koltuk, kaç karpuz??

Saat 4e geliyor.
Kendime vakit ayırasım var. Kitap aldım, okumak istiyorum.
Yağmurlu bu ara. Dinleye dinleye, uyuklaya uyuklaya...

Kirli sepeti ağzına kadar dolu. Büyük prensin formalarını yıkamalıyım, diğerleri acil değil.
Onlarca gömlek ve pantolon ütülemiştim ama bitti mi, daha var mı haberim yok. Allah'tan havalar soğudu, her gün gömlek değiştirmiyor.
Cuma bakıcı evdeyken, bir sürü yemek yaptım güya hafta sonunu kurtarmıştım. Hangi ara yedik de bitti ayol? Allah sağlık, iştah versin de yesinler. Hiç gözümde değil. Lazanya tarifi aldım arkadaşımdan, yarın onu yapsam, bir çorba bir de salata, oh mis.
Turşu kurdum. Şu karmaşada ona vakit ayırmak saçma oldu biraz ama keyif verdi bana. İnşallah lezzetli de olur. Acı biber koydum bu kez içine. Lezzetli olursa tarifi de ekleyeyim de elimin altında olsun.


Yurt!! Neyseki çizimi mühendislere gönderdim. Bitirmem gerekiyor ama elimi süresim yok.
Lcw'nin internet sayfasından alışveriş yapmıştım, değiştirmek istiyorum. Yarın halledebilir miyim acaba? Küçük prense de eşofman almam lazım aslında. H'nin bebeğini görmeye gitmeliyim hafta içi, geleceğim dedim, gitmezsem ayıp olur. Bebeğin hediyesini de oradan alırım olmadı.
İpek Hanım Çiftliği'nden sipariş etmek istediklerim var bir türlü beceremedim vakit ayırmayı, pirinç bitti, un bitti. Şimdi istesem? Ahh saat 4ü geçmiş. :(

Yağmur çiseliyor hafiften, kediyi alsam kucağıma, camı aralasam. Mis koku, serin hava içime dolsa. 10 sayfa olsun okusam.
Ya da uyusam??

7 Ekim 2016 Cuma

Doğumgünü hediyem

Hiç sevmem sürprizi, acı vermek isteyen "sana sürprizim var" deyip söylemesin. O derece.

Eşim, "doğum gününde sana bir sürprizim var" dedi.
Bilir ne kadar nefret ettiğimi, dargınım ya yıldönümünden kalma, oralı olmamış göründüm. Ama içimi bir kurt delmeye başladı.
Sordum, söylemedi. Israr ettim, söylemedi... Baktı ortam geriliyor. Söyledi.

Kedi almış !!!

Çocukluğumun her senesinde bizimkilerden kedi istedim, kendi evim olduğunda alabileceğimi söylediler. Kendi evim olduğunda da cesaret edemedim. Hoş, hediye etmese de sorsa yine cesaret edemezdim, emrivaki oldu, iyi oldu. -mu acaba???



3 Ekim 2016 Pazartesi

Eylül kaçmış....

Sevgili arkadaşlarım dürtüp uykumdan uyandırdıklarında Ekim'in üçüydü...

Halbuki, anlatacak ne çok şey vardı, ağustos sonunda evlilik yıldönümümüz vardı mesela, eşimin unuttuğu... Her aradığında söylemesini beklediğim, söylemeden kapattığında, o an hınzırca güldüğünü, "aha unuttuğumu sandı" diye düşündüğünü zannettiğim, akşam saat on'da "Bugün bizim günümüzdü, unuttun" dediğimde, hahhaa, unutmadım, tatamm diye birşeyler yapacağını bekleyecek kadar ergen kafalı olduğum bir yıldönümü geçirdim.

5 Eylül'de büyük prensin yeni okulunun ilk günüydü mesela. İlmek ilmek düşünüp, eksisini artısını alt alta getirip toplam çizgisini çektiğimde fazla çıkan okulun tören alanındaydık. İstiklal marşı okundu, bizimkiler sınıflarına alındı, dua ettim arkasından "yeni okulun hayırlı olsun" diye.

Her bayram eşimin memleketine gideriz, tüm yakın akrabalar toplanır. Ne güzel değil mi?
Değil.
12 Eylül bayramın ilk günüydü. Yorgunluktan bayılan halimle tiril tiril hazırlanıp, sabahın köründe akrabalarla bayramlaşırken, yüzümde sahte bir neşe, iyi dilekler sunuyordum kaynımgillere. Her bayram olduğu gibi. Çalıştığım, nefes almaya fırsat olmayan zamanlardaki bayramlardaki gibi... Tek tatilimin bayramlar olduğu, o zamanları da eşimin akrabalarıyla zaman geçirdiğim bayramlardaki gibi...
Nerde o eski bayramlar? Herkes toplanır, gelinler, torunlar...Yenir, içilir. El öpülür, harçlık verilir.
Değil arkadaş!! Dünya değişmiş artık, kapitalizmin içine tüküreyim ama düşmüşüz bir çarkın içine, Otuz sene öncenin çarkına atlanmıyor oradan.
Her bayram öteki aileye gidince, buradakiler gönül koyuyor.
Ait olmadığın bir kültüre dahil olmaya çalışmak, güzel, bakımlı, şık gelin, kendileri gibi bir anne gibi olma mecburiyeti, "daha imkanlı odayı ben kapayım", "benim çocuğum ötekini dövsün", "kaynanamın gözüne ben gireyim" yarışları boğuyor.
Gelenler istemeye istemeye geliyor, karşılayanlar istemeye istemeye misafir ediyor. Adet yerini bulsun diye yedi saatlik yolu hastayken, hamileyken, bebekliyken, çocukluyken çekiyoruz. Her bayram.
Bayramlar yaklaştıkça gözlerimden yaş geliyor, Allah'ın mübarek günleri onbir senedir beni hasta ediyor.
Empati kurmaya çalışıyorum, prensler büyümüş, evlenmiş... İnşallah hayırlı evlat olurlar, ararlar, sorarlar ama eğer benim kadar zorlanıyorlarsa gelmesinler ya. Allah bana bu farkındalığı versin, gelmediklerinde telefonda ağlayıp, sinirlerini bozmayayım kimsenin.

Ayh.
Neyse devam.
Bu yıl kış hazırlığı yaptım, fasulye, kabak ve patlıcan kuruttum, yemeklik fasulye ve biber dolması koydum derin dondurucuya, turşu yaptım. Yaparken pişman oldum, çünkü çok yoruldum ve işlerim çok aksadı. İnşallah sağlıkla, ağız tadıyla yenir.

Derken, okul açılsın, hayat düzene girsin diye beklerken okul başladı. Geçtiğimiz hafta sonu, büyük prens "Yutkunurken boğazım acıyor anne" dedi ve hastalık sürecimiz başladı. Eşim şehir dışındaydı, küçük prensi uyutmaya çalışırken, uyuyan büyük prensten bir öğürtü geldi, odasına koştum, yatağa, yorgana istifra etti. "Aman ne olacak, herkes hasta olur, böyle böyle büyünür" diye diye üstünü başını değiştirdim, bizim yatağa yatırdım. Yarım saat kadar sonra tekrar aynı ses... Allah'tan küçük uyumuştu, koştum, aynı olaylar... Neyse burnunu sileceğim, bir baktım kanıyor, ama öyle böyle değil. Tampon yaptık, kanı görünce korktu, tabi ben de korktum ama farkettirmemeye çalışıyorum, tampon yaptığım peçete gitgide kızarıyor. Korkudan kalbim boğazımda atıyor, kan durmuyor.
Abim doktor, onu arıyorum, yapmam gerekenleri söylüyor. Uzatmayayım, iki kere daha kanıyor, acile gitmeden sabahı bulabiliyoruz. Acile gidebilmem için bebeği annemlere bırakmam lazım, o saatte evi arayıp "büyüğü doktora götüreceğim, küçüğe siz bakın" demem, daha acil bir durum ortaya koyabilir, Rabb'ime şükürler olsun gerekmiyor.
Sabah KBB doktorunda aldık soluğu, önce kulak zarı kıpkırmızı olduğunu görüp güçlü antibiyotik yazacağını söyledi. Peşinden işitme testine gönderdi. Testin sonucunu görünce antibiyotikten vazgeçti, serum ve merhemle çözdü işi. Doktorun uzmanlığından ve bilgisinden fena halde şüphe ettim. Belki bu benim cahilliğimdendir.
Eve dönerken genzim yanıyordu, ilaçları almak üzere evin yakınında bir eczaneye girdim. Eczacı hanım tombik, güleryüzlü, sevimli bir abla. Laf lafı açtı, hayatlara, zorluklara ve eşlere geldi. Dedi ki, "Hiçbir zaman süslü bir hanım olamadım, hep çalıştım, düzgün iş yapmak için uğraştım, sistemle savaştım, insanlarla savaştım, mesai bitti eve koştum, çocuklara ev yemeği yedireyim diye nefes almadım, yemek yaptım, sabahlara kadar ütü yaptım. Eşim maddi anlamda hep sırtımdaydı, çocukların yanında hiç olmadı, vekil seçilmeye uğraşıyor, para yiyor ve çok çalışıyordu. Bu günler iyi günlerimiz için diyordu bana. Üçüncü denemede vekil seçildi, ama İstanbul'a çok sık gitmeye, daha fazla kalmaya başladı. Bir şeyleri fark etmiştim artık, sonradan öğrendim ki, platin renkli saçlı, tırnağı ojeli bir sevgilisi var."
!!!!!
Eczacı hanımın hayatının ilk bölümlerini birine benzettiniz mi :((((
Şamar gibi çarptı yüzüme, günün yorgunluğuyla beraber sarhoş gibi eve geldim. Akşama doğru küçük prensin burnu akmaya başladı.
Eşim İstanbul'dan akşam geldi.
Ufaklık mızmızdı, yemeğini yemedi, oldukça da zor uyudu. Saat gece 11.30 civarı uyandı, burnundan nefes alamadı ve panik oldu. Nefes almaya çalıştıkça boğazından acayip sesler çıktı, zaptedemedim, susturamadım. Eşim panikledi, boğazının şiş, burnunun tıkanık olduğunu ve boğulduğunu zannetti, ağzından nefes alabildiğini görüyordum ama korkudan ellerim titremeye başlamıştı. Kaynar suya vicks koyup koklattık biraz, ilaç verdim, sakinledi, sonra da ilacın etkisiyle uyuyakaldı. Biten gece uyumamışım zaten, yorgunluktan ve korkudan yığıldım kaldım. Uyandıkça ilaç verdim, sabaha nispeten iyi kalktı ama ben tükenmiştim. Bakıcı geldi, prensi ona verdim, kapıyı ve telefonu kapattım. Belki ömrümde ilk kez tüm gün gripten yattım. Akşam eşimden erken gelmesini rica ettim, çok önemli işi olduğunu ve gelemeyeceğini söyledi. Ve ben geceyi, iki hasta çocukla, gözümü açmaya mecalim olmadan geçirdim. Allah yardım etti de, ikisinin de nöbeti tekrarlanmadı.

O günden itibaren yavaş yavaş düzeliyoruz, çocuklar benden daha iyi durumdalar, benim ağzım burnum uçuk, kafamda deli sorular...Bu gidişle sonumun, eczacı ablanın sonu gibi olacağından tut, bana bir hastalık gelirse çocuklarıma kimin bakacağına kadar. Bir tarafta da, hafta başı verilip, çok acil olduğu söylenen yurt binasının projeleri bekliyor.

Bir tarafta da güneydoğu yanıyor, analar yanıyor.

Memleketime şu tuzağı kuranları mahvet Allah'ım.
Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır. /Enfal.30

16 Ağustos 2016 Salı

Durum muhasebesi

Asık suratımı çocuklarıma yansıtmadan yaşamaya çalışıyorum son günlerde. Herkes gibi. Gelecekten korkuyorum, "yarın ne olacak" endişesiyle doluyum, haberlerin her biri binbir acı içeriyor falan falan...
Gündemin yanısıra evimin gündemi de ülkeyle benzer. İş yapacağım diye gözlerim pörtlüyor, evle ilgilenemiyorum, ev ahalisi ilgisizlikten yakınıyor. Evin durumu da içler acısı.

Derken, silkelenme vaktimin geldiğini anlıyorum, zira fiziken de ruhen de çöküntüdeyim. Bilgisayarı kapatıp evi topluyorum, temizliyorum, misler gibi kokuyor. Ertesi gün çamaşırları yıkıyorum, ütü yapıyorum, İki kalem iş tam bir günümü alıyor ama değiyor. İşyerinden gelen telefonları açmıyorum, onbeş sene açtım, iki gün açmıyorum, sonuçlarına hazırım.

Fiziki şartlarım biraz olsun insani boyutlara ulaşınca ruhumu tamir etmeye çalışıyorum, yüreğimi sıkan en büyük korku çocuklarımın geleceği...
Okuyorum, düşünüyorum, tartışıyorum. Ve sonuçta bir noktaya geliyorum, mutlu etmiyor ama ayaklarımı biraz olsun yere bastırıyor.

Farkediyorum ki, dünya karşıdakinin elindekini alma üzerine kurulmuş gibi. İnsanoğlu varolduğundan beri kirli siyaset yaşanmış, güçlü güçsüzü sindirmiş, bebeler ölmüş, analar ağlamış. Tıpkı bugün gibi, tıpkı dün gibi... Bosna Savaşı'ndaki gibi, Kurtuluş Savaşı'ndaki, Ankara, Uhud, Kadeş.... ve benim bilmediğim tarihin daha eski dönemlerindeki yaşanan acılar gibi.
Her dönem insanlar, o dönemin teknolojisi ile korkmuş. Zehirden korkmuş, toptan korkmuş, tüfekten korkmuş, atom bombasından, savaş uçağından, misket bombasından bilmemnesinden.

Tarih her dönem tekrarlıyor, benim aklımın erdiğiyle, en yakın geçmişi kıyaslıyorum. 80 darbe öncesi, sağ sol çatışması, sokakta yürümek güvenli değil, her an birileri taranıyor. Her gün birileri öldürülüyor. Darbe sonrası millet solcu avında, gören ispiyonluyor, memuriyetlere son veriliyor, mimlemeler, fişlemeler...
Şimdi? sokakta yürümek güvenli değil, bombalamalar oluyor... Tekrarlamayayım, biliyoruz hepimiz. Darbe girişimi sonrası millet fetö avında, devamı aynı.
Aslında herşey aynı, başlıklar ve kişiler farklı. Bu memleket bunları geçirmiş, bugünleri de geçirecek. yarın başka şeyler olacak.

Her dönem anneler çocuklarından endişeliydi, yarın da endişelenecek. Zannedeceğiz ki, geçmiş daha kolaydı, daha güzeldi. Eskiden elektrikle işkenceyle ölecek korkusu vardı annelerin, şimdi varil varil bombasso yağacak üstüne korkusu var.

Dünya hiçbir zaman cennet olmadı, olmayacak da. Ben üzül üzül kafayı kırma noktasında bu aşamaya geldim, bana biçilen görevi hakkıyla yapmaya çalışıp, zamanım gelince defolup gitmeyi bekliyorum bu dünyadan. Çocuklarım da, benim gibi, annem gibi, anneannem ve diğer atalar gibi Allah'a emanet.

Böyle gelmiş, böyle gider. Çoğu şeylerin olmasına engel olamıyor insan ama elinden geleni de yapması gerek. Allah bize o sağduyuyu ve sabrı verir inşallah.


Küçük prensin çamlarından biri... Azıcık büyümüş, mutlu oldum.


Bir tanesini köstebek kesmiş, musibet hayvan. Ne istedin cancağazımın fidanından.

14 Temmuz 2016 Perşembe

İlk yaş günü; yıl sonu gösterisi; menenjit korkusu

........
Oğul balı bu, balın en kıymetlisi,
Ballar balı bu,
Bizim sermayemiz bu,
Varlığın hedefi ve sermayesi bu,
Nur-u Hakk'ın elbisesi bu,
Gönül çocuğu bu,
Hikmet beşiğinde yatan,
Kudret sütüyle beslenen,
Dedesinin kuzusu bu....

Tabduk Emre-Yunus Emre dizisinden

Delikanlı oldu küçük prens, onu verene şükrolsun.
Tembel azcık, yürümeye niyeti yok gibi, poposunu sallaya sallaya emekliyor. Eskiden "anne"ye benzer bir şey söylerdi, şimdi o da yok. Sadece canı yoğurt istediğinde ağzını şapırdatıyor :D
Priz ve kablo hastası, zor alıyoruz başından. Prizleri kapatan bir plastik parça var, ondan alıp takmıştım, güya güvenli hale getirdim. Bir baktım, prizi sökmüş, arkadan kablolar görünüyor.

Yürütece koyuyorduk biraz nefes almak için, şimdi ondan başaşağı atlamaya çalışırken alıyoruz geri, kaldıracağım artık, başıma bi iş gelmesin, Allah korusun. Geçen de mama sandalyesinde ayağa kalktı.
^_^

Nerdeyse 13 aylık olacak, ben daha yeni yazıyorum. Olsun.
Hiç heveslenmedim parti yapayım, dostları çağırayım diye, halbuki büyükte aylar öncesinden planlamalara başlamış, yakın- uzak herkesi çağırmış, muazzam bir parti hazırlamıştım.
Bu sefer biraz daha maneviyat istedi gönlüm. Ne yapsam diye düşünürken, dostlara çam fidesi hediye etmek geldi aklıma. Dağıttık, biz de diktik, inşallah tutar, büyür.


diye yazıştım geçen ay. Büyüğün sene sonu gösterisinden de bahsedecektim. Ne kadar zayıf bir program olduğundan, palyaço gibi saçma bir kıyafet giydiklerinden. Ama üstünden o kadar geçti ve daha önemli şeyler oldu ki, hiç bahsedesim yok.

Okulların kapanmasına bir hafta kala, bakıcı hanım izin aldı, ateşi bir türlü inmeyen kızını hastaneye götürdü. Akşama doğru aradığımda, poliklinikten ana hastaneye sevk ettiklerini söyledi. Sonra gece 1.30 da bir telefon geldi, ağlaya ağlaya menenjitten şüphelenildiğini, belden bir sıvı almak için imza istediklerini, atıp atmayacağını abime sormamı istediğini söyledi. Önce menenjit sandılar, aklımız çıktı. Anlaşıldı ki böbreklerinde bir sıkıntı varmış, ama bunu bulana kadar 1 ay hastanede kaldı çocuk, perişan oldular, hem korkudan hem yapılan işlemlerden.

Kısa keseyim, çocuk hastaneye yattı, haliyle annesi yanında, benden iş bekliyorlar, küçük prens dakika tek başına durmuyor. Gündüz onunla uyudum, gece olabildiğine çalıştım, ama tabiki işler yetişmedi. evin düzeninden geçtim, yemekti çamaşırdı, her şey aksadı. Koyun can derdinde, kasap et derdinde, bakıcı hanım evladının derdindeyken ben düzeni yakalayabilmek için çözümler üretmeye çalışıyordum.

Okul tatil oldu, ilgi isteyen çocuk sayısı 2ye çıktı. Ben perişan.
Bebeğe bakacak biri lazım, büyük deniz sayıklıyor... Babamdan rica ettik, Bizi tatile götürdü. Laptopu yanıma aldım, hem çocuklara tatil yaptıracağım, hem işimi yapacağım.

İkinci gün küçük prens sahilde istifra etti, zannettim ki üşüttük. Akşamında büyük prens aynı şekilde, sandık ki bebeleri denizde üşüttük. Gece ben soluğu klozette alınca anladık ki, mikrop kaptık. Babam da gecenin sabahına hasta kalktı. Benim plan program suya düştü. Çalışmayı bırak, nefes alamadım. Herkes hasta,  kimse kimseye bakamıyor. Ben isyanlardayım. 

3-4 gün kadar sallandık, sonra hayat normale döndü, bebek denize alıştı, çok sevdi. Yalap şalap da olsa işimi yapabildim. Oradan bayram için biz eşimin memleketine gittik, babam Ankara'ya döndü.

Evlendiğimden beri bayramlardan nefret ediyorum, tiksiniyorum hatta. :(
Çocuk yokken sadece dinlenebileceğim tek fırsatın elimden alınışı ve her bayram erkek tarafına gittiğim için surat asan ailem vardı. ama kalabalıklaşınca işin rengi de değişti, bana göre tadı da kaçtı. Aylar öncesinden bayramlar yaklaştıkça suratım asılıyor. Kültürmüş, bilmemneymiş diye kendimi rahatlatmaya çalışıyorum ama olmuyor, şu kapitalist düzene ayak uydursan olmuyor, uydurmasan olmuyor. Neyse, bu durum üstünde çook konuşulacak başlı başına bir konu, uzatmayacağım.

Dönüş vakti geliyor, küçük prens arabaya binmekten nefret ediyor, 8 saatlik yol uyanıkken çok zor geçiyor diye uykuda geçirsin istiyoruz. Sabaha karşı 4 gibi yola çıkıyoruz, her şey programladığımız gibi gidiyor, çocuklar arabaya biner binmez sızıyorlar, Afyon'a kadar misler gibi gidiyoruz uyanmadan. 
Derken arabadan tıkır tıkır sesler geliyor.
Zar zor sanayiye gidiyoruz. Usta diyor ki, "Motor açılacak. Sizi otobüse bindirelim."
Telefon trafiği, onu mu yapalım, bunu mu yapalım. Son karar olarak eşimin kardeşi ve babası bize araba getiriyorlar, biz onunla yola çıkıyoruz, bizim arabayı da çekici memlekete götürüyor. Tabi bunlar olana kadar 9 saat geçiyor, Allah'tan "Afyon Park" diye bir alışveriş merkezi var, emzirme odası gördüklerimin arasında en lüksü. Yemek yiyoruz, zaman geçiriyoruz, Allah beterinden korusun diyoruz, dağ başında kalsak ne yapardık diyoruz. 

Gece geldiğimiz eve biz yokken usta sokmuş eşim, ev ayakta. Yorgunluktan bayılmak üzereyim, karşılaştığım manzara tansiyonumu oynatıyor. Offf derken farkediyorum ki eve güvercin girmiş oraya buraya pislemiş.

Neyseki, pazartesi usta işini bitirip çıkıyor, çarşamba temizlikçi gelip ortalığı temizliyor, bugün de bakıcı hanım yeniden başlıyor. Düzene yeniden kavuşacağız inşallah.
Yarın işimi teslim etmeliyim, oldukça eksik olacak, başım ağrımasa bari. O kadar sıkışıklıkta buraya neden yazıyorum bilmem, anlatma ihtiyacı duydum demek ki.

Ortamın tozundan kirinden alerji mi oldum, yorgunluktan direncim kırıldı nezle mi oldum bilmiyorum, sürekli hapşırıyorum, burnum çeşme. Zaman zaman çok bunaltan baş ağrım var.

Gündemi yazmayacağım bile. 

19 Haziran 2016 Pazar

babalar günü




Eşine, çocuğuna sahip çıkan, anasına, babasına hayırlı evlat olan bütün "adam"lara selam olsun!

27 Mayıs 2016 Cuma

Vatandaş hesap sorar, kul itaat eder...

Bizimkilerin gösterisi, doğum günü taslakta yayınlanmayı bekleyedursun dün izleyip yüzde yüz hak verdiğim videoyu paylaşayım burada.


Emin Çapa'yı daha önce tanımadım, zaten ekonomi uzmanıymış CnnTürk de, rastlasam da geçmişimdir dinlemeden. Ama şu konuşmadan sonra nerde görsem okurum, nereye gelse giderim.

Ah, bir uyanabilsek. Ah bir silkelensek.

23 Mayıs 2016 Pazartesi

Başka bir dünya...

Tutuştum...
İşler elime yapıştı, bitiremiyorum. Çalışmalıyım, küçük prens çok sık uyanıyor. Her şey aksadı yine. Büyüğün sene sonu gösterisi, küçüğün doğum günü geçti, ikisini de yazmaya başladım da, bitirip yayınlayabilene aşk olsun.
Zorlanıyorum, baktım yine kendime acımaya başlayacağım, ortam yaratayım bari dedim.

Demir anne'nin tanıttığı yağmur sitesini açtım, ohh.. Gök gürültüsünü de işaretledim. İşte o tanıdık üşüme geldi üstüme, sanki oturduğum yerden havalandım azıcık. Sonra youtube' dan Bach Efendi'yi çağırdım, hemen geldi sağ olsun.
Değişti birden dünya, mutlu olduğumu hissettim, şanslı olduğumu. Hayal gücümü de çalıştırdım biraz. Ortam renklendi, ısındı.

Tek kötü yanı, uykum gelecek sanırım :/




9 Mayıs 2016 Pazartesi

Bakım, onarım - anneler günü

Dün planladığım gibi  prensleri bizimkilere bırakıp, Kızılay'a gittim, kuaföre. Akşam gitmemiz gereken bir doğum günü vardı, mazereti de o oldu. Fön çektirdim, bakım yaptırdım. Bir şeyler alayım diyordum kendime, butiklere bakındım, sezon diye fiyatların tavan oluşu ve benim yerli malı takıntım dolayısıyla oldukça vakit harcadım ama iki bluz buldum. Kendi evime geldim, lens taktım, makyaj yaptım, giyindim. Ve bebeleri bıraktıktan dört saat sonra onları almaya gittim.

Merak etmişler, -anladığım kadarıyla da kızmışlar, ama renk vermediler-, arayamamışlar tedirgin etmeyelim diye. Neden aramadığımı sordular, küçük prens de bizimkilerin kucağında tatlı tatlı oturuyor. Halbuki görür görmez ellerini uzatır, ıh ıh der, almazsam kıyametleri koparır ama şimdi sadece bakıyor. Ne zaman konuşmaya başladım, minik ellerini uzatıp, ıh ıh ıh dedi.

MEĞER TANIMAMIŞ !

Gözlüksüz, saçlarını toplamayan, yüzü gözü boyalı ve eşofman harici bir şeyler giyen annesini, sesini duyana kadar tanımadı yavrum. Durum anlaşılınca bir kahkaha koptu, bense sadece gülümsedim.
......

Bugünse anneler günü. Sevmiyorum ben bugünü, kimini sevindiren, kimini kahreden günleri sevmem ben.

Geçen haftalarda uzun zamandır görüşmediğim bir hocamı aradım ve yemeğe davet ettim. Geçen yaz annesini kaybettiğini, bu aralar her yerde "anneler günü" lafı döndüğü için görmemek adına ortaya çıkmak istemediğini, fb'de, telefon mesajlarında, tv de, reklam panolarında her yerde, her tarafta gözüne gözüne geldiğini, kendini toparlayınca geleceğini söyledi.

Dün akşam can dostum mesaj atıp anneler günümü kutladı. Yaklaşık 25 yıllık arkadaşım, kardeşim. Henüz bekar. Biz kariyer hayalleri kurarken, o yuva dilerdi Allah'tan. Çevresindeki bebeklerin kokusunu içine çekerken gözleri dolar benim kardeşimin.
Başkalarını kutlarken ağladığına eminim.

Fb de herkes yavrusuyla fotoğrafını koymuş, okullu çocukları olanlar faaliyetleri de eklemiş. Arada bir arkadaşım da, merhum anneciğinin fotoğrafını koymuş, yazmış altına duygularını, oku, ağla o derece.

Benim çevremde bu tür günleri coşkuyla kutlayandan çok, ağlayarak karşılayan daha fazla ne yazık ki. Ölüm de, doğum da Allah'tan, hiçbir insanın da öleni diriltme, olmayanı doğurtma gibi bir gücü de yok. Dolayısıyla Takdir-i İlahi ile gelen bir sevinci, olmayanın gözüne soka soka kutlamak nedir??

Ben cahilim, bilmem. Ama esnaf üç kuruş kazansın diye böyle şeyler uyduruluyor, millet de tatlı tatlı iştirak ediyor gibime geliyor. Fb de dahil olduğum bir grupta daha hafif bir dille yazdım, "o zaman hiçbir şey paylaşılmasın, konuşulmasın hatta....", "insan olmanın doğasındadır bu, sevinçler de, hüzünler de paylaşılır.....", "böyle böyle hayatı kaçırıyorsun...." gibi cevaplar aldım. Annesinin hayatta olmadığını bildiğim bir arkadaşım ise sadece yorumumu beğendi, haklısın gibilerinden bir şeyi, o bile yazmadı. Halbuki "Sağlıklılar günü", "Gözleri Görenler Günü", "Toklar Günü" gibi anlamsız ve adaletsiz bana göre.

6 Mayıs 2016 Cuma

üşüyorum

-Üşümeyi severdin sen, ne oldu?
-Sevmiyorum bugün.
-Sıcak bir şeyler içsen?
-Ne mesela?
-Çay? Kahve? Bu? Şu?
-Canım istemiyor.
-Niye?
-Bilmem. Gönlüm üşüyor sanırım.:(
-Hazır bebek uyuyor, iş de yok. Sevdiğin bir işi yap.
-Ne mesela? Kalmamış hevesim.
-Aaaaaahhhh, hadi kendine acımayı bırak artık.
-Gücüm yok ki savaşmaya.
-Savaşma, kitap oku.
-Hayır.
-Ud çal.
-Akordu yok ki. Hem içimden gelmiyor.
-Hadi bebek uyanıkken şu zamanlar için pişman olacaksın, kalk silkelen biraz.
-:'(
-Hadi hadi ama, neden düştün böyle, bak millet nelerle uğraşıyor? Kalk hadi.
-Ağlayasım var, bakıcı olmasa koyvereceğim.
-Neden, nedeni yok ki, neden ağlayacaksın?
-Yorgunum, bıkkınım, kaçmak istiyorum her şeyi bırakıp.
-Olmaz, kalk ayağa. Sen düşersen hepsi düşer.
-Çok yorgunum.
-Yorgun değilsin, uyudun. İş yapma, kaytar biraz.
-Neyle kaytarayım?
-.....Kocan haklı, herşeye bir cevabın var!! Mücadele vermekten yorulmuş olabilirsin ama dünya burası cennet değil. Her işin doğru olmasın, yapamadıkların kenarda dursun. Az konuş, az görüş madem duyduğun cevaplar yaralıyor seni. Yarın bebeği bırak, kuaföre git. Saçın başın düzelirse kendini iyi hissedersin belki. Erken biterse işin, alışveriş yap. Boşver borcu harcı bir kerecik. Yıllardır çalışıyorsun, bir kere de düşünmeden al. Evin karışıklığı mı rahatsız ediyor seni. At kullanmadıklarını, koy sokağa, belki düşündüğün ihtiyaçlılardan daha ihtiyaçlısının eline geçer. Ortalık "ya kullanırsam" dediğin ıvır zıvırla dolu. At gitsin, bir daha da koyma evine. Sadeliği sevmez miydin sen? İşte yıllardır arayıp bulamadığın zamanlar, "ne olacak" diye kendini hasta edeceğine ayıkla işte evi çöpten.
Herkesin bir sınavı var, idare edeceksin. Takma bu kadar, madem düzeltme şansı yok, duyma kimseyi. At üzerindeki ölü toprağını da üzerinden. Derlen, toplan biraz.


24 Nisan 2016 Pazar

23 Nisan kutlu olsun

......
Bugün, Atatürk'ten bir armağan,
Yoksa, tutsak olurduk sen inan.
Bugün yirmi üç Nisan,
Hep neşeyle doluyor insan.

Saip EGÜZ

20 Nisan 2016 Çarşamba

zaman topukladı, kaçıyor...


Hızlı yaşamak genelde hoşuma gider, ama son zamanlarda "şöööyle bir otursam, telefon hiç çalmasa, sorumluluğum olmasa, avare avare film izleyip, kahve içsem" derken buluyorum kendimi. Ay ne ütopik.
Bebeği, bakıcısına bırakıp dışarı çıkma cesareti gösteremedim daha, iki ay oldu başlayalı, paranoyak tarafım düzelmiyor bir türlü. Sanki arkamı dönsem zarar verecek :(

Epey oldu, günlük niyetine kullanmayı planladığım bloğuma yazmıyorum, olaylar oluyor, bitiyor, unutuyorum. Gerçi yazmadığım süre boyunca çok da keyifli bir şey yaşamadım ama hayat sadece keyiften ibaret değil. Deftere yazdığım zamanlardaki gibi maddeleyeyim de bari, arasında bağlantı kurmam gerekmesin. :p

*Gündem malum, kahredici. Hükümet son dönemdeki olayları bahane gösterip 23 Nisan resepsiyonunu iptal etmiş. Bir "n'oluyoruz" diyen yok. İnsanlar fb'de ay şöyle vay böyle deyip, hemen peşine akşam yemeklerini paylaşıyorlar. Uğraşmadan, ölmeden geldi ya bu cumhuriyet, sanırım kıymeti yok. :(
*Geçen hafta bakıcı hanım ailevi problemleri olduğunu söyleyip erken çıkmak istedi. İşyerinden de arayıp, planları teslim etmemi söylediler mi? Hoş geldin gündüz bebek bak, gece çalış. Yetiştireceğim diye yaptığım gelişigüzel yerleri toparlamak bu haftaya sarktı, programın hala gerisindeyim. Depar yapmam lazım ama hiç gücüm yok.
*Yunus Emre- Aşkın Yolculuğu diye bir film izlemeye başladım çalışırken. Başka bir dünyayı anlatan, akıcı bir film, oyuncular hakkını veriyor karakterlerin. "Payidar Tüfekçioğlu"nu beğenirdim zaten, Tabduk Emre'yi oynuyor. İzlediğim süre boyunca etkileniyorum, ama kapatınca her şey eski düzenine dönüyor.
*Çok unutkanım, özellikle bebek ağlarken... Dışarı çıkacaksam, çıkma nedenimi bile unutacak kadar. Elimi ayağıma dolaştırıyor velet. İsimleri hatırlayamıyorum, işleri hatırlamıyorum.
*Büyük prensin tekvando dersini izledim bu hafta. Benim izlediğimi gören hoca, benim bebeyle daha çok ilgilendi. Ne acı, izleyeni varsa kıymetli, yoksa ne yaparsa yapsın. İllaki orda olmam mı lazım? Benim çocuğumla özel olarak ilgileneceğine, az da olsa herkesle ayrı ayrı ilgilenseydi daha kıymetliydi benim için. Herkes şov peşinde, yaranma peşinde.

Bir dişliye takılmış, dönüyor da dönüyorum gibi hissediyorum son zamanlar. Önümdeki arkamdaki dişlilerden kopup bir yere gidemiyorum. Duramıyorum, azıcık dursam zincirleme her şey aksıyor.

5 Nisan 2016 Salı

cehennemdeyiz de haberimiz mi yok acaba?

Haber izlemekten korkuyorum aylardır. Ama izle(ye)miyor olmak utandırıyor beni. Kimileri benim kaçtığım haberi yaşamış, acının en büyüğüyle ölmek isterken, benim yaptığım ayıp geliyor.
Bu düşünceyle açtım bu sabah haber kanalını, Gülhane'de çöken duvarı gösteriyordu tv.  Alt yazı geçiyordu çocuğunu hastaneye götürürken saldırıya uğrayan korucubaşı şehit... Nusaybin'de roketatarlı saldırıda 1 şehit...

Sarhoşun teki eve gelmiş, karısını çocuklarını dövmeye başlamış, 24 yaşındaki oğlu kapmış av tüfeğini, öldürmüş pisliği. Görüntüde delikanlı bir koluyla anasına sarılmış, diğer kolunda jandarma, jandarma götürdüğü için utanıyor  sanki...
Direndim, kapatmadım.
Derken, Kocaeli'nde anasının sevgilisi tarafından tecavüze uğrayan çocuğun öldüğü haberini izledim. On gündür hastanedeymiş yavru, dayanamamış. Ölmüş. 3 yaşında. 3 YAŞINDA!!!!! 3!!! Behey sapkın, behey vicdansız asalak. Sana verilen hangi ceza layığındır?? Ne yakışır sana?
İzledim. 
Küçücük aklımla ne yapabileceğimi tarttım. O? olmaz.... bu? olmaz... ona gücüm yetmez, bunda beni kaale almazlar. Ne kadar güçsüzmüşüm meğerse ben, ne kadar da etkisizmişim. 
Bir tek aklıma yazabileceğim geldi. Hiçbir şey yapmamaktan iyidir dedim. 

Gözleri kocaman çocuklar için değer…
Mücadeleye değer…
Bir hayat pahasına da olsa; değer!.. 
Yaşar Kemal

31 Mart 2016 Perşembe

bir jest, bin teşekkür




Sevgili Derya, önce mis gibi bir çay öğretti bana,
sonra ufacık bir jestle ne kadar mutlu olunacağını...





30 Mart 2016 Çarşamba

calpol

Küçük prensin yemeğini Calpol'le yapasım var a dostlar.
Adam bu şeyden başkasına açmıyor ağzını.

İşin daha acayip yanı, 8 yaşındaki büyük prensin Calpol içiyor diye kardeşini kıskanması...

Ne ilaçmış arkadaş.

29 Mart 2016 Salı

yemek daveti- ateşlenen bebek

Monoton bir hayatım var ya benim, renklensin azıcık diyorum, eşimin çalıştığı kişileri yemeğe çağırıyorum. Perşembe günü kesinleşiyor, cumartesi günü gelecekler.
Ayy, özlediğim heyecan sarıyor beni, günlerdir aklımda olan yapılacaklar listesini hayata geçirmeye başlıyorum. Bakıcı hanım sağ olsun, "cumartesi gelir, öğleye kadar ben de yardım ederim diyor, ohh cillop.
Alışveriş yapıyorum sanal marketten, (bu olayı başka bir yazıda anlatacağım, üçkağıtçılar :( ) kafamda işleri programlıyorum, güya geceleri eve çeki düzen vereceğim, gündüz de yemekleri bakıcı ile hazırlayacağız. Ah ah, bir hevesliyim ki, masa düzeni aklımda, tabak düzeni aklımda, menü hazır, daha 3 tam gün var, sahalara bir döneceğim, pir döneceğim.
Akşam oluyor, küçük prensi uyutup, ortalığı toplayacağım, çocukta bir keyifsizlik, herşeye ıh ıh ıh, yatmıyor, kalkmıyor, oynamıyor. Aaa, alnına bir bakıyorum ateşi var.
!!!
Aylardır ilk kez bu ağırlıkta misafir bekliyorum ve geleceğiz dedikleri günün akşamında bebeğim ateşleniyor. İptal etsem, ayıp. Ev toplamayı geçtim, uyku uyuyamıyorum, Ateşi çok yükselmiyor ama çok huzursuz ve yanından kalkınca uyanıp ağlıyor.
Ne pişman oluyorum, gündüz içimden geçen coşkuyla gece düşündüklerim taban tabana zıt. Sinirimden ağlayacağım.
Çok uzatmayayım, cuma ve cumartesi günü kucağımda hasta bebek, bakıcının da yardımıyla yemekleri hazırlayabiliyorum ama ev dandini, kuaför olayı iptal. Ortalıktaki eşyaları yatak odasına tıkarak açılmış bir salona, akşam yedi gibi misafirlerim geliyorlar. Herkes çok kibar ve şık.
Küçük prens, kendini sevmeye çalışan misafirlere yeri göğü inleterek ve sırtını dönerek teşekkür ediyor. Çorbayı kaselere koyarken de babasının kucağından bana atlamaya çalışıyor. Sağ olsunlar, servisi kendilerinin yapacaklarını, benim gidip bebeği uyutmamı söylüyorlar.
Kalabalıktan ayrılan velet sakinleşip tatlı tatlı sütünü emerken, içerden çatal bıçak sesleri, "ne zahmet etti" lafları  geliyor, çorba bitiyor, yemek bitiyor, tatlıya geçiliyor, bizimki halen memeye yapışık. Dakikalar sonra gözler süzülüyor, usulca yanından ayrılıyorum. Masaya oturuyorum, sabah yediğim bir simitle bu saat olmuş, midem kazınıyor, birşeyler yemeye başlıyorum beş dakika sonra içerden ağlama sesi, sonrasında da masadan aaaaa sesleri duyuluyor.
Yeniden uyutma çalışmalarım sonuç vermiyor, alıp içeri götürüyorum. Bizimki kendine bakanı yakalarsa ağlamaya başlıyor, kucağımdan inmesi söz konusu bile değil. Birer ikişer masadan koltuklara geçiyorlar, ben, yaka iğnem ve anne misafirim masada kalıyoruz. Laf lafı açıyor ve ben misafirimin "Güçsüzler ve Kimsesizler Vakfı"nın genel başkanı olduğunu öğreniyorum. gözlerim ışıldıyor. Duyduğum ihtiyacı (bloğa da yazmıştım) ağzımdan köpükler saça saça anlatıyorum. Bebek büyüdüğünde beklediğini söylüyor, heyecanlanıyorum.
Davetin devamını anlatmaya çok gerek yok, nasıl olduğu tahmin edilebilir. Mutlu ayrıldılar, onları öyle görünce başım göğe erdi. Misafirler gidince bizimki sustu.

Gece yine ateşlendi, dün gece daha çok çıktı ateşi. Çok iştahsız, ishal ve ağzında pamukçuk benzeri beyaz yaralar var. bugün daha iyi çok şükür, döküntüler başlarsa 6. hastalık diyeceğim, inşallah geçer biter. Dört günde yüzü gözü küçüldü yavrumun. Bebeğin hastalığı annenin kabusu.

Bu arada, yorgunluğumu, keyifsizliğimi biraz olsun alıp beni kokusuyla mest eden çayı önermek, metheden arkadaşım sevgili Demir Anne'ye de teşekkür etmek istiyorum. Doğuş Mistik Chai, yüksek beklentimi karşıladı, çok beğendim.
Mmmmmh.




23 Mart 2016 Çarşamba

stronsium 90

Acayipleşti havalar;
bir güneş, bir yağmur, bir kar.
Atom bombası denemelerinden diyorlar
stronsium 90 yağıyormuş,
ota, süte, ete,...
umuda, hürriyete,
kapısını çaldığımız büyük hasrete.

Kendi kendimizle yarıştayız, gülüm.
Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
ya dünyamıza inecek ölüm.


Nazım Hikmet RAN
6 mart 1958 /Varşova

1958 le fark var mı??

13 Mart 2016 Pazar

Lanet

Ben bu yazıp yazıp silme olayını daha önce yaşamıştım.
Söz yok ki yazacak.
Yine bir patlama, 138 can'dan bahsediliyor, devlet diyor ki 27.
Sosyal paylaşım siteleri yasak, tv'lerde haber kısıtlı.
"Aman avm'lere, pazar yerlerine gitmeyin, evden çıkmayın, bomba yüklü araçlar dolu"
Korkalım, pısalım, gerçekleri bilmeyelim, düşünmeyelim, konuşmayalım.
Ne yapalım?
Yarışma izleyelim, dizi izleyelim, yanlı haberleri izleyelim ve oy verelim.
....
Halkın üstünde ölü toprağı serili sanki.

Ahhh, ateş düştüğü yeri yakar, kaç can sinir krizi geçiriyor şu anda kimbilir?

Şu kıyamet kopsa da, hepimiz geberip gitsek!



7 Mart 2016 Pazartesi

hayal

Çocukları erkenden uyutsam...
Yağmur yağıyor olsa, arada bir camlara vursa. Bacadan fiyuv fiyuv sesler gelse.
Kuzineyi yaksam, ortalık usuldan ısınmaya başlasa.
Ocaktan aldığım çaydanlığın içine birkaç karanfil atıp, sobanın üstüne koysam.
Mindere otursam, yastığa yaslansam, bacaklarıma battaniye örtsem.
Alsam elime "Yüzyıllık Yalnızlık"ı, 464 sayfa, 464 dakika. Hiç kalkmadan, sabaha kadar okusam.
Bitince lezzetinden sarhoş olup, ağzımda karanfil tadı, dudaklarımda şükür duaları...
Olduğum yerde uyuyakalsam.

6 Mart 2016 Pazar

Çocuk yetiştirmek zor zanaat

Büyük prensin keyfi yoktu ya, cuma okula gitmedi, asıl nedeninin ingilizce sunumu yapmak istememesi olduğunu bildiğim halde gitmesi için ısrar etmedim.

Diğer çocukların tümü, okulda yapılacak olan kostümlü sunumu heyecanla beklerken, benimkinin kaçıyor oluşu;
Sürekli koşturması, bağırması, çağırması, düşmesi, yaralanması, itilmesi, kakılması;
İlgiye aç olduğu halde, yapmaya mecbur gördüğüm işim ve küçük prensten dolayı O'na vakit ayıramayışım, beni son zamanlarda oldukça düşündürüyor.

Kitap okumuyor, çünkü bizim elimizde kitap görmüyor.
Sporda çok verimli olduğuna inanmıyorum, çünkü sınavda çok başarılı değildi, komutların ne olduğunu sorduğumda bilmiyor, almaya gittiğimde terlemiş bulmuyorum. Halbuki tekvando hocası yerlere göklere sığdıramıyor. Çünkü, ilgisiz dese belki de kurstan alacağım, para kaybedecek. Bkz. bir önceki yazımın son cümlesi :(
Gitar çalmayı sevdiğini iddia ediyor, ama gitarı yalvar yakar eline alıyor. Öğretmeniyle konuştuğumda yavaş gittiklerini düşündüğümü söylüyorum, o da yaşına göre başarılı olduğunu, bu yaşlarda ısrar edilirse bıkıp bırakabileceğini, bu ayarda gidilmesinin doğru olduğunu iddia ediyor. Yine bkz.bir önceki yazımın son cümlesi :(
İngilizceyi sevmiyor, adını soyadını söylemeye aciz.

Ben tek maaşlı bir evin üç çocuğundan biriydim, Ailemin hedefi, ekmeğimi kazanabileceğim bir mesleğe sahip, düzgün karakterli ve ahlaklı olmamdı. Sosyal faaliyetler, kurslar, insanların mutluluk adına yaptıkları işler benim aileme göre gereksizdi, elzem işlerden çalınan vakit gibi görülürdü. Gerçi açlık yaşamış insanlar için müziğe, kitaba, süse, püse para ayırmamak çok ütopik görülmemeli ama insani gereklilikleri veremedikleri için, içten içe ailemi sorumlu tutuyorum. Mutlu değillerdi, mutlu çocuklar yetiştiremediler. (Ama onlar açlık ve yoksulluk gördüler, bizlere yaşatmadılar, Allah ikisinden de razı olsun.)

Spora dair bir geçmişim yok, spora ayıracak param olduğunda gidip bir kulübe üye oldum, şimdi de yapacak vaktim yok.
Müzik de aynı şekilde, uda aşık oldum, çocuklar doğmadan önce kurs aldım, parasını yetiştiremedik, bıraktım, şimdi kurslar biraz daha yaygınlaştı, ucuzladı, biraz daha elime para geçti ama yine vakit yok. Udum gardırobun üstünde eskimekle meşgul.
Güzel kıyafetler giyip süslenmek gereksizler grubundaydı, takdir etmesem de içime işlemiş, bakımlı olmayı beceremiyorum.
Babam yabancı dilin çok önemli olduğunu bilir, öğrenmem için ısrar ederdi. Ama kurs lafı hiç geçmezdi, evde kendi başıma öğrenmeliydim, onu da ben yapamadım.

Şimdi ailemde olduğunu düşündüğüm eksiklikleri kendi çocuklarıma yapmayayım diyorum, ders çalışmak dışında bir hayat olduğunu bilsinler, ruhları yorulduğunda dinlenebilecekleri yöntemler bilsinler, insanlarla diyalog kursunlar, pasif kalmasınlar istiyorum.
Ama bu işin yolunu yordamını bilmiyorum da, çocuğu boğuyor muyum acaba? Kendi göstermem geren alakayı, okula ve kurslara attığım için kendimi suçlu hissediyorum, bunu paylaştığım insanlar çalıştığıma ve bebeğe rağmen idare edebildiğimi söylüyor, ama çocuğumun bu iki konuda da suçu yok ki.

Özetle, çalışmak da, ikinci çocuk da benim tercihim, ceremesini çeken ise büyük prens.
:/

5 Mart 2016 Cumartesi

Bir tatlı huzur almaya geldik...

Ben yazana kadar günler geçiyor, evin gündemi değişiyor. :/
Çarşamba günü Ankara 29 derece idi, küçük prensi kanguruya atıp, bizim soluklanma parkımız olan Dikmen Vadisi'ne gittim. İkimize de iyi geldi, minnak ilk kez fıskiye gördü, bayıldı :)


Bu resmi koyar, havadan, sudan bahsederim derken fırsatım olmadı, ertesi gün oldu. Aaa, bir uyandık, şıkır şıkır yağmur yağıyor.
Bayılırım yağmura :)
Çevremdeki insanların nerdeyse tamamı nefret eder, kapalı havada içlerinin sıkıldığını söyler ama ben ba-yı-lı-rım. Aldım bebeği, sardım sarmaladım, şemsiyeyi açtım, hooop vadi. Yağmur şemsiyeye pıtpıtlarken miniğim uyuyakaldı, ben de Türkiye'nin gündemini aklıma getirmemeye çalışa çalışa huzuru aradım. Bir, termosta çayım eksikti.
Keşke kokuyu kaydetmeyi bulsalardı da, ıslanan çamların ve toprağın kokusunu da ekleyebilseydim.




"Milleti yatırınca yazayım artık, çok oldu, ihmal ediyorum günlüğü" diye düşünürken, büyük prensin öğretmeni aradı, düştüğünü ama endişelenecek bir şey olmadığını söyledi. Arkadaşı iteklemiş. Tüm keyfim kaçtı ama almaya gitmedim, akşam gelmesini bekledim. Servis geldi, zil çaldı, birtanem ağlayarak geldi, gözler kızarmış, yüzü morarmış. "Anne başım çok ağrıyo, midem bulanıyo" dedi ve içeri giremeden kapıda istifra etti. Durumu "düşmüş bir çocuğun istifra etmesi" olarak cımbızlayan beynim döndü, alıp hastaneye götürmeye hazırlanırken, biraz biraz toparlandığını fakettim. Sonradan anlaşıldı ki, kusma ile baş ağrısı farklı nedenlerden. Okulu aradım, "hasta çocuğu neden eve göndermediniz?" diye, uzun uzun yazmayayım artık, sınıf öğretmeni, ingilizce öğretmeni, sekreterler ve müdire hanımla olan görüşmelerden sonra okulda iyi olduğunu, serviste midesinin bulandığı sonucuna gelindi.

Konu çocuklarım olunca neden paranoyaksam bu kadar, dediklerine inanamıyorum, "hep saklıyorlar, süslü kelimlerle anlatıyorlar, halbuki öyle değil" düşüncesi çıkmıyor aklımdan.